Ünlü bir Hollywood yıldızının, yaş aldığı için televizyon programına son verilmesiyle başlıyor The Substance. Kariyerinin gençken nasıl da parlak olduğunu hatırlayarak acı çektiği sırada bir deneye katılması teklif ediliyor. Böylece bir hafta kendisi olarak yaşadığı, bir hafta “daha genç ve daha iyi” versiyonuna dönüştüğü bir hayata başlıyor.
Neon renklerin hakim olduğu bir video klibi estetiğiyle başlıyor film. Elektronik müziğin verdiği ritmle iki bedeni arasında gidip gelen bir kadını izliyoruz, ancak bu parlak ışıklar gittikçe daha karanlık bir tona dönüşüyor, The Substance bir anda korku ve gerilim filmine geçiş yapıyor.
Yaşlanmayı anlattığı için çok yerinde bir tür seçimi korku, nasılsa günümüzde özellikle de kadınların en büyük korkusu yaşlanmak. Kadın bedenini çiğneyip yuttuktan sonra istifra etmeye hazır bir dünyada yaşıyoruz. Yaşlanmak, yaş almak, güzel olmak, seksi olmak, bütün bu oluş halleriyle ilgili teşbihleri ve mecazları alıp ekrana taşıyor The Substance.
Ayrıca “daha genç ve daha iyi bir versiyonun” olman gerektiği konusunda baskı yapan düzenin de yüzüne tükürüyor. Bunu yaparken aynayı bize tutarak aynayla ilişkimizi eleştiriyor. Aynadaki yüzümüze bakarken hissettiklerimizle ve sorguladıklarımızla dalga geçiyor, bu düzenin çarklısı haline gelişimize gülüyor.
Bunu yaparken B tipi filmlerde görülebilecek türde sahneler çekmekten, seyirciyi iğrendirmekten, yabancılaştırmaktan belki de küstürmekten çekinmiyor, korkusuz davranıyor. Bu cesur tarzın arkasında daha önceden bilmediğim bir kadın yönetmenin, Coralie Fargeat, olması da takdire şayan.
Biz kadınlar olarak ataerkil düzeni yıkıp da karşımıza beklentileriyle gelenlere okkalı bir küfür çekeceğimize, kendimizi çekiştirip duruyoruz. Bütün bu sisteme nefretini kusuyor Fargeat, iyi de yapıyor.
Filmin en cesuru ise Demi Moore. Onca zaman başrol oynamaktan kaçındıktan sonra kendi yansıması sayılabilecek bir karakter olan Elisabeth’i, dişiyle tırnağıyla, zorlu bir performansla hayata geçiriyor. Hem kendi korkularıyla yüzleşip hepsini çöp öğütme makinesine fırlatıyor hem de ekranın karşısındaki bizlerin kendisine dair yıllar içinde geliştirdiğimiz yargılarla dans ediyor. Estetik ameliyatları ya da dış görünüşü çokça konuşulan bir oyuncu olarak nanik yapıyor bütün sektöre. Bütün bedeni, fiziksel ve manevi varlığıyla sağlam bir performans ortaya koyuyor ve zorlu bir sınavı veriyor.
Geçenlerde dinlediğim bir psikoloğa göre korku filmlerinin, beynimizin ürktüğü senaryoları izlememizi sağladığı için sağaltıcı bir etkisi var. Herkes yaşlanmaktan korktuğuna göre, toplu bir iyileşme seansı için uygun bir film The Substance.
Filmin en zayıf tarafı Elisabeth’in karakterine, nasıl biri olduğuna, hayatına ve geçmişine derinlemesine inmememiz. Keşke Elisabeth’in korkularının, yalnızlığının ve sevilme arzusunun nereden geldiğini görebilseydik.
Ben Elisabeth’in hayatında aynı zamanda Hıristiyanlık’ın yedi günahının da izini görüyorum: Kibir, açgözlülük şehvet, kıskançlık, oburluk, öfke, tembellik. Elisabeth ve daha genç hali Sue, bu yedi günaha kapılıyor tercihlerinin çoğunda, o yüzden de sistemden ziyade kendileri alıyor en büyük cezayı.
Aslında kadınların kendilerini cezalandırdıkları değil, sisteme ve hakim söyleme karşı durdukları bir tavır gerekli. Buna örnek olarak da Jodie Foster’dan şu harikulade alıntıyı vermek isterim:
“60 yaşına girmemin en iyi yanı, kendimi daha genç halimle kıyaslamaktan kurtulmam oldu. Üzerimde daha genç halimle rekabet etmem için çok fazla baskı vardı. Ancak bütün bu endişelerin bana iyi gelmediğini gördüm, beni sadece daha aşağı çekiyordu.”