İsmini aldığı mimari akım gibi keskin köşeleri olan ve sert bir film The Brutalist. Brüt betonun yarattığı hacim duygusu filme olanca ağırlığıyla sinmiş. Brütalizmden en büyük farkı, ışığın sesinin kısıldığı zamanlarda bile, ağırbaşlılıkla sahnelere sinen renkler.
The Brutalist’in en zayıf yanı, çok güçlü çok sayıda temaya dokunması. O kadar ağır mevzular ki hepsi, filmin odağında hangi derdin yer aldığını seçmek zor. Her insanın zamanla sınırlanmış günlük hayatı içinde de binbir dertle karşılaştığı savıyla çıkabilirsiniz karşıma. Ancak öylesi bir durumda bile dertleri bir hiyerarşiye diziyoruz; benliğimizi tencerede kaynayan süt gibi taşıran sorunları büyükten küçüğe diziyoruz.
Göçmenlik, soykırım, din, aidiyet, sanat, kapitalizm, bağımlılık, seks, sadakat… The Brutalist’in üç saati aşan süresi içinde göğsünüz sıkışırken bu dertlerden hangisine daha çok odaklanmanız gerektiğini kestiremiyorsunuz.
Benim bütün bu mevzular içinde hissiyat açısından en bunaltıcı, bu sebeple de en ilginç bulduğum mevzusuysa sığıntı olma hali. Gittiğiniz yere bir türlü ait olamama, size kucak açtığını iddia eden kişiler tarafından dışlanma, o yüzden de içinizde keskin bir öfke biriktirme hali baskın bir tema.
Bu halin kaynağını aldığı durumlardan biri de göçmenlik. Geldiğiniz yerin saygın ve müthiş yetenekli sanatçılarınızdan biri olsanız bile göçtüğünüz yerde kendinizi yeniden ispatlamanız ya da en azından anlatmanız gerek. Bu durum da sizin pespaye halinize bakıp hiç hakkı olmadığı halde sizi hakir görme cüretini gösterebilecek insanların olması demek. Kendi hoyratlıkları, kadir kıymet bilmez halleri; sanki bir lütufta bulunuyormuş gibi size üstünlük taslama ve iyilik bağışlama ceketlerini giymelerine neden olabiliyor.
İşte bu tiplerin en güçlü temsillerinden birini Guy Pearce sergiliyor. Kendi çelişkileri, kompleksleri ve bastırılmış arzularını, bir incelik üstadı ya da aklı derin mevzulara eren bir düşünürmüş gibi tam zıddı bir temsiliyetle dışarı vuruyor. Aslında ABD’nin eleştirilebilecek ne kadar özelliği varsa, yapmacık bir şekilde kucak açma, iyilik yapma küstahlığı kılıfında para bağışlama, oradan buradan duyduğu bilgileri entelektüelmiş gibi satma halleri, katıksız bir kötülük doğuruyor.
Adrian Brody’nin karakterinin en büyük hoyratlığı ise kendine ve kendi bedenine. Bu sığıntı olma durumunu sindiremediği için kendini daha da küçültecek, evsizlik, uyuşturucu bağımlılığı gibi seçeneklerin peşinden gidiyor. Ancak bütün bu kaba görünüşünün altında Pearce’in aksine Brody’de bir yetenek var, ince bir zeka ve katmanlı bir estetik duygusu var. Pearce’in bunun için bütün servetini harcamasına rağmen elde edemeyeceği bir şey bu. Filmi de bu iki erkek karakterin, çevresindekileri de ağına düşürdükleri, güç dansı yürütüyor.
Film hakkında İsrail meselesi üzerinden yürütülen tartışmaları da haklı buluyorum açıkçası. Tarihi bir film olarak bunun üstesinden nasıl gelebilirdi bilmiyorum; ancak ev nedir tartışması da filmin odağında ve evin o dönemde yeni kurulan İsrail olduğu okumasını kolaylıkla yapabilirsiniz. O yüzden siyasi anlamda da biraz kaygan bir zeminde ilerliyor. Tüm bunlara rağmen yönetmenlik açısından ustalıklı bir film ortaya çıktığı için sinemanın son zamanlardaki en kayda değer işlerinden biri olarak görebiliriz bence.