Oscar ödüllerinde bu yılın en iyi film kategorisinde aday olan bütün yapımları tek tek inceledim. Bir de üzerine kendi Oscar ödül törenimi düzenledim, hangi kategoride hangi filmin ödül almasını istediğimi anlattım.
Sound of Metal
Oscar adayı filmlerden konusu beni en çok cezbeden Sound of Metal oldu. Sevgilisiyle kurduğu heavy metal grubunda bateri çalarken işitme yetisini kaybeden bir müzisyenin hikayesini anlatıyor. İşitme kaybını yaşadığı süreci hiç abartıya kaçmadan, çok dokunaklı, çok iyi işleyen bir film. Ben çok sevdim. Riz Ahmed’in oyunculuğu da çok iyi…
Ben hiç tanımadım, ama annemden dinlediğim kadarıyla anneannemin de çocukluğundan beri işitme kaybının olduğunu biliyorum. O yüzden müzisyen Ruben’in yaşadıklarını filmin sakin temposu ve cool sinematografisi içinde izlerken ben çok etkilendim, gözlerimin dolduğu hatta ağladığım çok sahne oldu. İlişki ve aşk teması da filme çok iyi yedirilerek işleniyor. Sağır olmayı kimseyi incitmeden işlemek zordur, film de bunu başarıyor bence…
Nomadland
Instagram, sosyal medya, yeni bir akım olması dolayısıyla karavan, minivan, dönüştürülen otobüs ve bu araçlarla sürdürülen lüks hayatlarla dolu.
Ancak Nomadland’de görüyoruz ki yollarda olmak, kimileri için lüks bir tercih değil. Evini ve işini kaybedenler için bir zorunluluk.
Daha en başından filmin anlatılan kimi hikayelerde gözümün dolduğunu söyleyebilirim.
Mevsimlik işçi gibi göçüyorlar. Günümüzün bu yüzyılın göçmenlerini anlatırken de yoldan geçenlerin de hikayelerini vermesi açısından çok başarılı.
Kayıp, yas ve acıyı anlatış şekli çok incelikli.
Hiçbir yere sığamayanlar…
“Dedicated to the ones who had to depart.
See you down the road.”
Promising Young Woman
Estetiği rengarenk, pamuk şekeri gibi bir film.
Oscar adayı filmlerden ‘Promising Young Woman’ sadece çok iyi bir film değil; filmin kadın yönetmeni Emerald Fennell’ı benim kuşağımın derdini, 90’lar estetiğini çok iyi bir şekilde kullanarak anlatabilecek başarılı bir yönetmen olarak ortaya çıkarması açısından da harikulade.
Bu filme ne kadar heyecanlansam o kadar az olur. Gerçekten benim kuşağımı, 80’lerin sonlarında doğmuş olan kadınların derdini çok iyi anlatan bir kadın yönetmen hediye etmesi açısından ben bu filmden ötürü inanılmaz heyecanlanıyorum.
Çünkü temposu, hikayesi, rengi, estetiği, inanılmaz benim kuşağımın içine doğduğu, büyüdüğü bir estetik, renk coşkusu. Müzikler de keza aynı şekilde; ucuz pop olarak nitelendirilen ancak içinde büyüdüğümüz pop kültürünü tü kaka bir şey olarak kullanmıyor.
Emerald Fennell, bir İngiliz yönetmen ve oyuncu.
Başarılı Killing Eve dizisinin yazarlarından biri.
Çünkü ben de biz Y kuşağının içinde büyüdüğü gibi yıllardır partileyen kadınlardan biriyim. Herhangi bir erkek istediği gibi eğlenirken sizin bir erkeğin inisiyatifine kalmanız, çok korkunç. Çünkü sonunda suçlanan siz oluyorsunuz, ve erkekler de bunu bildikleri için istediğini yapabiliyor zaten. İyi bir erkek, iyi bir arkadaş diye bildiğiniz çok sayıda erkeğin direkt suçu işlemese de bir şekilde taraftarı olduğunu görebiliyorsunuz. Ya da kendilerinde bir suç görmedikleri ama aslında karşındakine iyi hissettirmeyen şeyleri yaptıklarını da hatırlatıyor bu film.
Ancak filmde işte bir erkeğini “Ama çocuktuk” diyerek gerçekleştirdiği bir eylemin bir kadın için nasıl hayatı boyunca taşıdığı bir yaraya ve travmaya dönüştüğü ve bununla nasıl başa çıkmaya çalıştığı var.
Bu kadar karanlık anlattığıma bakmayın, film bunu gayet incelikli ve eğlenceli bir şekilde işliyor aslında. Bir romantik komedi estetiğini kullanarak ki yine bizim izleyerek büyüdüğümüz filmler bunlar, bizim diyebilirim çünkü yönetmenle aramda sadece iki yaş var, o rengarenk dünyanın içinde en yakın arkadaşı için en az onun kadar acı çekerek yaşayan bir kadını anlatıyor.
Türlerin iç içe geçtiği bir film olması açısından da ilginç. Sürpriz sonu da çok etkileyici.
Judas and the Black Messiah
Siyahların 60’lardaki insan hakları mücadelesine bir de sosyalizm ve renkleri aşan bir mücadele ekleniyor. O yıllarda siyahların kurduğu sosyalist örgütlenme Black Panther’in Chicago’daki liderlerinden Fred Hampton’ın nasıl öldürüldüğünü anlatan bir film. Film daha ziyade Hampton’a ihanet eden FBI ajanı William O’Neal üzerinde duruyor.
Fred Hampton’ın hayatı ve karakteri çok daha ilgi çekiciydi benim için. O yüzden her ne kadar sonu William O’Neal açısından ilginç bir gerçekle bitse de ben yine de onun üzerinden değil ama Fred Hampton’ın karakteri üzerinden daha derin bir filmi tercih ederdim.
Belki William O’Neal karakterini çok itici bulmam da olabilir, William O’Neal’ı canlandıra oyunculuk da bana çok keyifli gelen bir film olmadı.
Ancak Fred Hampton’a hayat veren oyuncu Daniel Kaluuya efsaneydi.
Minari
Güney Koreli bir ailenin ABD’ye göç hikayesi.
Doğada özellikle dışarıda yapılan çekimlerin ışığı çok güzel.
Bir ailenin kültürel, dini ve ekonomik mücadelesi.
Her ailedeki acayip anlar, başka insanlarla ilişkilerindeki o garip anlar çok güzel yakalanmış.
1980’lerde Arkansas’ta bir çiftlik…
Her ailede olabilecek sorunlar, din ile ilişki, sağlık sorunları gibi konular hiç göze sokulmadan çok naif işleniyor.
Büyükanne profiline uymayan bir büyükanne geliyor Kore’den ve çok başka bir şekilde aileye dokunuyor.
Ama her şeyden önce bir evliliğin özü nedir, ilişki nasıl yürür, bir aile olarak nasıl ayakta kalırsınız, felaketlere nasıl göğüs gerersiniz bunu izliyorsunuz.
Yürütücü yapımcılarından biri de Brad Pitt.
Bir aileyi, karı kocayı, çocuklarını birbirine yaklaştıran bağlar çok etkileyici bir şekilde anlatılıyor.
Yönetmen de Arkansas’taki bir çiftlikte büyümüş Güney Kore göçmeni bir yönetmen.
The Father
İlk sahnelerde bir tiyatro oyunundan uyarlandığı anlaşılsa da çok iyi oyunculuklar var.
Bazen cidden kalbim sıkışarak izledim. Nefessiz kaldığım çok oldu.
Demans hastalığını bugüne kadar olmadığı şeklinde anlatmayı, farklı bir şekilde yansıtmayı beceriyor.
Filmin yönetmeni Florian Zeller aslında aynı adlı oyunun yönetmeni ve yazarı.
Ben aynı yazar ve yönetmenin The Height of the Storm adlı tiyatro oyununu sahnede Londra’da izlemiştim. İnanılmaz bir oyundu.
Game of Thrones’tan bildiğimiz Jonathan Pryce oynuyordu oyunda.
O yüzden The Father için de hissiyatım bu kadar başarılı dramları sahnelemekte inanılmaz usta olan bu ismin bu eserini aslında tiyatroda izlesem daha çok etkileneceğim yönünde oldu.
Şikago Yedilisi’nin Yargılanması (The Trial of the Chicago 7)
Filmin yazarı ve yönetmeni meşhur senaristAaron Sorkin.
1968’de Demokrat Parti toplantısı sırasında Vietnam Savaşı’nı protesto etmek için Chicago’da giden eylemciler polis ile çatışır. Bir yıl sonra da bu eylemlerin yedi lideri bir mahkemede yargılanır. Filmde de bunu izliyoruz.
O dönemin onca iç karartıcı haberine rağmen film canlı bir müzikle açılıyor
En başından karakterleri hızlı devinimde tanıma fırsatı buluyoruz
Çok karakterli filmlere her zaman için önyargıyla yaklaşmışımdır, böyle yapımlarda karakterlere derinlikli bakmak zor bulduğu için film yüzeysel olma tuzağına düşer.
Klasik bir şekilde bir protestoda hangi yöntemlerin kullanılması gerektiği , barışçıl olmak mı şiddetle mi devrimin yapılabileceği, karakterlerin bu konudaki farklı görüşlerini de gösteriyor bize…
Filmde Judas and the Black Messiah filminde hikayesini izlediğimiz Fred Hampton’ın davası daha sonra ayrılan siyah lider Robert George Bobby Seale’e hukuki tavsiye verirken izliyoruz.
Çok vatansever bir film, sizi ABD’nin değerleriyle ilgili gaza getirebilecek bir yapım.
Oyunculuklar iyi.
Demokrasi, adalet, hak, hukuk, savaş, barış, polis gibi konularla sizi, ki bugün daha bu mevzularla yüzleşmekteyiz, karşı karşıya getiren bir yapım.
Çok teatral. Çok mesaj kaygılı. O dönemi izlemek, sağlam oyunculukları görmek, keyifli diyalogları dinlemek iyi olabilir; ancak hepsi çok yüzeysel, teatral ve vatanperver, abartılı bir tonda kalıyor.
Mank
Film, sinema tarihinin efsanevi Orson Wells filmi Yurttaş Kane’in senaryosunun nasıl yazıldığı tartışmasına odaklanıyor. Senaryonun asıl yazarı olduğu söylenen Herman J. Mankiewicz’in bu filmi nasıl hayata geçirdiğini izliyoruz.
Filmin estetiği ekranda gördüğümüz sigara yanıklarına kadar tamamen 1930’lu yıllardan.
David Fincher’ın babasının yazmaya başladığı ama bitiremediği bir senaryo bu.
O yüzden filmin çok kişisel olduğu anlaşılabiliyor.
Zaten Citizen Kane de sinema tarihinin en büyük filmlerinden biri. O yüzden bir yönetmenin, hele ki Fincher gibi kişisel bir hikayesi olan bir yönetmenin böyle bir senaryo ve hikaye peşine düşmesini anlarım. Ama film bugün için ne diyor? Bugün bu estetik ve bu mevzu bize ne anlatıyor?
Böyle bir filmi yapmak daha çok nostalji arzusundan kaynaklanmıyor mu?
Quentin Tarantino’nun kendince Hollywood’un en iyi yıllarını yorumladığı Once Upon a Time in Hollywood gibi bir yönetmenin o yıllara hasret ve özlemle bakmasından başka ne var bu filmde?
Bize 2021 yılında gösterime girdiği Netflix’te neyi anlatıyor?
Filmin Citizen Kane’in arka planını anlatması tamam başlı başına ilgi çekici, ama bu filmi bilmeyen, Orson Welles’i bilmeyen biri için bu hikaye ne ifade eder? Bunu bilemiyorum. Daha en başından yönetmen zaten bence ekranın karşısına oturduğunuzda sizin de bu filmin hayranı olduğunuz ön kabulünü taşımanızı istiyor.