Ocak 2012 BÜMED dergide yayınlanan yazım…
12. İstanbul Bienali ve Contemporary İstanbul’un art arda düzenlenmesi ile bu iki organizasyona paralel olarak İstanbul’un müze ve galerilerindeki etkinliklerin yoğunlaşması, İstanbul’da sanat alanındaki hareketliliğin en üst düzeye ulaşmasını sağladı. Yabancı basının bu etkinlikler dolayısıyla gözünü İstanbul’a ve Türkiye’ye çevirmesi, artık İstanbul’un rahatlıkla dünyanın çağdaş sanat merkezlerinden biri sayılabileceği yönünde yorumlara yol açtı. Bu süreç içinde düzenlenen sanat etkinliklerine katılanların sayısındaki artış, yabancı basının Türkiye’deki sanata ayırdığı yer, bu topraklarda yetişmiş sanatçıların eserlerinin yurtiçinde ve yurtdışında yüksek fiyatlara alıcı bulması, İstanbul’daki çağdaş sanatın dünya çapında yükselişe geçtiğinin en büyük göstergeleri. İstanbul’un gözde sanat merkezlerinden biri olma yolunda her geçen gün dünyanın ilgisini üzerine daha çok çektiğini inkar edemesek de, sanatın bu kentte yaşayan insanların ne kadarına ulaşıyor olduğu hala kafalarımızı bulandırmaya devam ediyor. Aynı zamanda Türkiye’deki sanata dair yapılan tartışmaların odağında şehir olarak sadece İstanbul’un yer alması, konuyu Türkiye genelinden çıkarıp İstanbul özeline sıkıştırıyor.
İzmir’deki ortaokul yıllarımda, ki bu yaklaşık olarak 1999 -2001 yıllarına denk gelir, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin İzmir’deki müzeciliğe dair hazırladığı pilot bir projesi vardı. Biz de okulun tarihe meraklı birkaç öğrencisi olarak bu projeye dahil edilmiştik. Derslerden kaytarıp belediyenin bize dağıttığı, üzerinde kocaman Müze yazan defterlere notlar aldığımız teorik derslerin ardından sıra kentin müzelerini dolaşmaya gelmişti. İlk rotamız, açık hava müzesi kategorisinde değerlendirilen, Romalılar dönemine ait İzmir’in en büyük antik şehir kalıntılarından olan Agora’ydı. Çocuk aklımla şaşırdığım ilk şey, böylesine önemli bir antik kent kalıntısının müzeye dönüştürülürken kent halkının ilgisini çekecek şekilde sunulmaması; ikincisi ise bu kalıntıların bakımsız ve çöp içinde bırakılmış olmasıydı. Projenin geri kalan gezilerinde de beni heyecanlandıran bir müzeye denk gelmemiş olmam ve İzmir’in kültür – sanat alanında çok durağan bir şehir olması, üniversiteyi İstanbul’da okumayı daha o zamanlardan kafama koymama sebep olmuştu.
Müzelerin bir kenti nasıl anlamlandırıp tamamladığını ise asıl İspanya’dayken gözlemleyebildim. İspanya’da yaşadığım ilk şehir olan Madrid’deki evim, hem klasik dönem sanat eserlerine ev sahipliği yapan Prado Müzesi’ne hem de şehrin modern ve çağdaş sanat müzesi olan Reina Sofia’ya çok yakındı. Bu iki müze, şehrin yerel halkının yaşamına çok güçlü bir şekilde nüfuz ediyor, benim gibi başka bir ülkeden Madrid’e sadece altı aylığına yaşamaya gelmiş bir yabancının hayatında bile önemli bir yer tutuyordu. Müzeye ücretsiz girişin olduğu akşamüstlerimi Prado’ya giderek değerlendiriyordum; benim gibi Madrid’e başka ülkelerden gelmiş ev arkadaşlarımla beraber haftasonu Reina Sofia’nın süreli sergilerini ziyaret ediyor, müzenin bahçesinde kalamarlı sandviçlerden yiyip üstüne de meydanında kahve içiyorduk. Reina Sofia’daki Picasso’nun Guernica tablosunu gördüğüm ilk anı ise hiçbir zaman unutamayacağım. İspanya’daki İç Savaş sırasında Almanlar tarafından bombalanan Guernica’nın resmedildiği tablo, o ülkenin en acı anılarına işaret ettiği için o kadar İspanyoldu ki! Madrid kentinin yerel insanları, ülkelerine ait ortak belleğin en etkileyici anılarından birine bu tabloda tanıklık ettiğinden, bu müze onları kentlerine ve ülkelerine bağlayan en temel dayanak noktasına dönüşüyordu. Guernica tablosu ne kadar İspanyolsa, bir o kadar da evrenseldi; savaşın insanlık üzerinde nasıl derin yaralar bıraktığını, tablonun önünde duran dünyanın dört bir yanından gelmiş insanların etkilenmiş ve tabloya odaklanmış bakışlarından görmek mümkündü. Bu yüzden Reina Sofia, müzeyi ziyarete gelmiş yabancıları bir anda yerelleştiriyordu, belki de yabancı arkadaşlarımla oraya sık sık yaptığımız ziyaretlerin sebebi de buydu, kendimizi İspanyol hissedemesek de, Reina Sofia’lı hissedebiliyorduk. Müzelerin oluşturduğu bu ortaklık duygusunu, İspanya’da yaşadığım ikinci şehir Barcelona’da da gözlemleyebilmiştim. Çağdaş sanat müzesi MACBA’nın bulunduğu konum itibariyle, bu müzenin bahçesinde ve çevresinde Barcelona’nın uluslararası yapısına tanıklık etmek mümkündü. Göçmen mahallesinin tam ortasında yer alan MACBA’nın bahçesinde, birbirinden farklı ten rengine sahip, bambaşka dilleri konuşan, farklı yaş gruplarından insanlar, beraber bisiklete biniyor, paten kayıyor, bazen içkilerini bazen de kahvelerini yudumluyorlardı.
Tüm bu sebeplerden ötürü, İstanbul Modern’de çalışıyor olmak benim için çok anlamlı. İzmir’e kent olarak bağlanmamı sağlayacak bir müzenin hayatımdaki eksikliğini, Boğaziçi Üniversitesi’nde okumak için geldiğim İstanbul’daki hayatımın daha ilk günlerinde gittiğim Çekim Merkezi sergisiyle beni kendine çekiveren İstanbul Modern ile tamamladım. Boğaz kıyısında, tarihi yarımadaya yakın konumuyla, çok sevdiğim Magnum fotoğrafçılarının eserlerini benim için bilgisayar ekranından çıkarıp gerçekliğe dönüştüren sergileriyle İstanbul Modern, benim için İstanbul demek. Her ne kadar İstanbul Modern, çağdaş ve modern sanat müzesi olarak İstanbul’daki misyonunu başarılı bir şekilde yürütüyor olsa da maalesef bu İstanbul için yeterli değil. İstanbul’da yaşayan her bir birey İstanbul Modern’i ziyaret etmeden ya da bu kentte büyüyen her bir çocuk inanılmaz bir koleksiyonu olan İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde oyun oynamadan, İstanbul’da sanat ve müzecilik faaliyetlerinin yükseliyor olduğundan bahsetmek çok güç. İstanbul’daki sanat faaliyetlerinin yükselişe geçmesi ise Türkiye’deki sanatın ve müzeciliğin gelişmesi için tek başına yeterli olamaz. Türkiye’nin bütün kentlerinde bulunan kültürel çeşitliliği, tarihi zenginliği ve o kente özgü sanat yapıtlarını içeren kent müzelerinin sayısının artması ve bu müzelerin kent insanıyla organik bir bağ kurması gerek. Müzecilik ve sanat faaliyetleri, İstanbul dışındaki şehirlere de taşınmadan Türkiye’deki kentlerde yaşayan insanların hayatlarında çok önemli bir boyut hep eksik kalacak. Ancak bu ülkede yaşayan bütün insanlar, geçmişinin izlerini ve bugününü nasıl anlamlandıracağının cevaplarını müzelerde ve sanat eserlerinde aramaya başladıktan sonra Türkiye’de de sanat yükselişe geçmiştir diyebileceğiz.