(Spoiler! Yazıda NO filminin içeriğine dair birtakım ipuçları bulunmaktadır.)
Söz konusu Şili ise, hele ki ülkenin merakımı en çok cezbeden politik dönemlerinden biri olan, sosyalist lider Salvador Allende’nin darbeyle alaşağı edildiği askeri yönetimden bahsediyorsak akan sular durur. Bu yüzden NO’yu izlemek için oynadığı tek salon Beyoğlu sinemasının yolunu tuttuk. Gerçi filmin yönetmeni Pablo Larrain‘in Şili Üçlemesi‘nin diğer filmleri Post Mortem ve Tony Romero filmlerini izlememek gibi bir gaflette bulunmuş olsam da serinin üçüncü filmi NO’yu Gael García Bernal‘in de etkisiyle kaçırmak olmazdı.
Film, 1988 yılında Diktatör Augusto Pinochet’nin uluslararası baskılar neticesinde yönetimine yönelik düzenlemeyi kabul ettiği halk referandumunu konu alıyor. Gael García Bernal’in canlandırdığı René Saavedra, başarılı ve parlak bir reklamcı olarak Pinochet’ye karşı düzenlenen reklam kampanyasını yürütme kararı alıyor. Sinemaya beraber gittiğim arkadaşımın “NO, son dönemde izlediğim en şahane, en hoş filmdi. Izleyiniz, izletiniz” ifadesiyle yorumladığı filmin çarpıcı olduğuna hiç kuşku yok. Filmin benim üzerimde yarattığı tesirin güçlü olmasının sebebi ise kafamı uzun zamandır bulandıran bazı sorulara cevap niteliğinde olması ve beni aydınlatmasından ileri geliyor.
Toplumun en acı ve en yalın gerçeklerine nasıl tepkisiz kalabildiği ya da kanayan yaralarına karşı nasıl harekete geçmediğinin cevaplarını NO’da Gael García Bernal’in canlandırdığı Saavedra veriyor. İnsanları harekete geçirmek için reklamcılık dünyasının altın kurallarını devreye sokuyor Saavedra. Reklam diyince nefes alıp veren her varlığın aklına geleceği gibi Mad Men’den burada bahsetmezsek olmaz. Takipçileri için “dizi” kavramının kelime anlamını değiştiren, yaşama tutunmak için başlı başına bir sebep haline gelen Mad Men, reklam, pazarlama, siyaset, ilişkiler, aldatma, para, hırs, kariyer gibi olgulara yönelik anlayışımızı derinden sarsarken Amerika televizyon tarihine de platin harflerle yazdırıyor ismini.
Mad Men’de 1960’larda şekillenen reklam dünyasına tanık olup günümüz dünyasının pek üstün değerlerinin bu çılgın adamların eseri olduğuna tanık oluyoruz. Aşk mı? Kadınlar ince külotlu çorap giysin diye yaratılmış bir yalan… Sağlıklı beslenme mi, ilişkiler mi, siyaset dünyasının yalanları mı, hepsi reklam dünyasının biz sadece daha çok alışveriş yapalım diye yarattığı illüzyonlar demetinin eseri. En başında ve en sonunda hep şunu görüyoruz ki, insanlara mutlu, başarılı ve güzel olmanın kodlarını empoze ederseniz, ürününüzü almamaları için hiçbir engel yok.
Bir yandan da dizi boyunca Amerikan siyasetinin reklam ve pazarlama stratejileri etrafında nasıl şekillendiğini gözlüyoruz. Artık öyle bir an geliyor ki, Amerikan Başkanlık seçimlerinin olmazsa olmazı haline geliyor reklam unsuru. Bunun aynısını NO’da da görmek mümkün. Pinochet’nin referandumu kazanmasına kesin gözüyle bakılıyor, çünkü askeri cuntanın gözünü iyice korkuttuğu toplumun aksi yönde harekete geçmesi imkansız geliyor iktidarın sahiplerine. Durumu Pinochet’nin Sİ yani “Evet” kampanyasının başındaki reklamcılardan biri çok güzel bir şekilde özetliyor aslında: “Pinochet rejimi isteyene zengin olma yolu açtı. Ama dikkat edin, herkese demiyorum, isteyen ‘herhangi birine’… Diğerlerini aşarak zengin olmak isteyenler Pinochet rejiminden vazgeçip sosyalizmin kuyruklarında sürünmek istemeyecektir.” Buna rağmen yine de kollarını sıvayıp tanıtım filmlerinin stratejisini belirlemenin yolunu tutuyorlar.
Peki neden Saavedra Şili reklam dünyasında hatırı sayılır parıltılı bir kariyere sahipken, üstüne üstlük çok da iyi para kazanıyorken Pinochet rejimine karşı “Hayır” kampanyasını yürütme kararı alıyor? Güllük gülistanlık hayatında bu riski almasına onu ne yöneltiyor? İşte bu noktada Saavedra’nın garip “Mad Man” hali çıkıyor ortaya… Genç reklamcının bu kararı almasında geçmişinin etkili olduğunu film ilerledikçe görüyoruz. Anlıyoruz ki aslında Saavedra da babası yüzünden sürgüne gönderilmiştir ve karısı Pinochet rejimine yönelik düzenlenen gösterilerde başroldedir. Mad Men dizisi takipçilerinin ilahı, karizmanın vücud bulmuş hali, reklam dünyasının Olimpos’unda Zeus’un yerine oturan Don Draper böyle bir karar almazdı çok büyük ihtimalle. Draper’ın bitmek tükenmek bilmeyen başarı hırsından ötürü kaynaklanmazdı bu tercihi, böylesine zorlu bir görev Draper’a da çok cazip gelir, Pinochet’yi deviren adam olarak Şili tarihine onun ismi kazınırdı. Draper’ın bu görevi kabul etmemesinin altında geçmişinden mütemadiyen kaçıyor olması yatardı. Geçmişiyle yüzleşmesini gerektirecek böyle bir görevi kabul etmek istemezdi. Diğer yandan ne de olsa Mad Men’deki reklam dünyası acımasız gerçeklerin soğukluğunun hüküm sürdüğü bir alem. Saavedra gibi inandıkları ve politik kaygıları uğruna mücadele veren bir reklamcı ancak diğer birçok değerin yanı sıra kapitalizmi, neo-liberalizmi ve reklamcılığın kodlarını Amerika’dan ithal eden “Üçüncü Dünya” ülkesi Şili’de olabilirdi.
Benim bu filmden ve Saavedra’dan çıkardığım kıssadan hisseye gelirsek… Filmin başında sosyalistlerin düştüğü hataya ben de uzun yıllardan beri düşmüştüm. Bir gazeteci, düşünür, bilim insanı, siyasetçi, sanatçı, entelektüel, kanaat önderi, topluma içinde bulunduğu sosyal adaletsizliğin katı gerçeklerini olduğu gibi aktardığı takdirde neden insanlar bu acılara karşı direnmesindi ki? Onca işkenceler, kaçırılmalar, tutuklamalar, hapishanede kaç gazeteci var, kaç öğrenci var, bütün o rakamlar topluma olduğu gibi söylendiği zaman neden bireyler isyan kararını almaktan kaçınırlardı ki? İşte o noktada Saavedra’nın yanında çalışan hizmetçinin neden Pinochet’ye evet oyu vereceğini açıklaması aydınlatıcı oluyor: “Çünkü şu an durumum gayet iyi. Oğlum üniversiteye gidiyor, kızım çalışıyor. Evet, askeri yönetim bu ülkeye acılar yaşattı ama hepsi geride kaldı.”
Saavedra da bunu iddia ediyor, topluma çirkinlikleri, kötülükleri ya da acıları göstermek bir işe yaramaz. Onlara mutluluğu vaat etmek gerekiyor, ancak onlara umudu, güzellikleri anlatmak Hayır oyu vermeleri için işe yarar. “Sosyalizme giden yol kapitalizmin araçlarından mı geçer?” diye bir soru oluşmasın akıllarda… Sadece bu “çılgın adamlar” insanın en mahrem ve en derin hatta belki de karanlık duygularına nasıl hitap etmeleri gerektiğini biliyor diyelim. Hem işkenceye, kaçırılmalara ve baskıya hayır demek sadece sosyalist olmayı da gerektirmiyor. Nitekim Saavedra’nın stratejisi işe yarıyor ve Şili halkı Hayır diyor sandıklarda… Şili’nin o günden bugüne hala o Hayır’ın peşinde olduğunu biliyoruz. Pinochet son nefesini verene kadar onu yargılamak için toplum olarak varlarını yoklarını ortaya koydular. Böylesi “çılgın adamlar” her ülkeye lazım anlaşılan. Darısı demokrasiye hasret diğer toplumların başına…