Anadolumuzda vardır hani, elinde tuttuğu bir sopayla arama yaparken bir anda sopanın toprağa doğru yön değiştirmesiyle define bulduğunu iddia edenler… Türkiye gibi antik kentlere ve büyük uygarlıklara ev sahipliği yapmış İtalya’da da varmış meğer böyle kandırmacaların peşinde olanlar.
Josh O’Connor, bir Toskana köyünde arkadaşlarıyla modern Lara Croft’luk yapan, yani eski mezarlardan değerli eşyaları çalan bir İngiliz’i, Arthur karakterini canlandırıyor La Chimera filminde. Arthur güya sopasının önderlik ettiği hisleriyle buluyor mezarları. Halbuki iyi arkeoloji bilgisi olanlar bu mezarları ya da defineleri yerin altında olabileceklere dair işaret veren coğrafi özellikler sayesinde bulurmuş. O yüzden Arthur’u hislerinden ziyade arkeoloji aşkı yönlendiriyor defineleri bulmasında.
Pastel renklerle bezeli, çok tatlı bir İtalya arka planı var filmde. Rüyalarla gerçeğin birbirine karıştığı bir yapım La Chimera. Arthur bir kayıp sürecinden geçtiği için gittikçe dibe çökmesine yol açan bir psikolojinin içinde. Bu yüzden zaman ilerledikçe daha pespaye bir görünüm ediniyor arkadaşlarıyla geçirdiği maceraların ardından.
Film çok iyi eleştiriler ve yüksek puanlar aldı geçen yıl gösterime girmesinin ardından. Ama ben o kadar ısınamadım açıkçası bu yapıma, kaptıramadım kendimi. İtiraf etmem gerekiyor Josh O’Connor o kadar bayıldığım bir oyuncu değil, her şeyi isteksizce yapan bir havası var. Kendisine hep bu tarz karakterler geliyor olabilir tabii ki, ama sürekli bir canı sıkkın, kibirli, huzursuz bir hali var ekran personasının. Bu da itici geliyor biraz bana.
Herkesin peşinde koştuğu Arthur karakterine ısınamadığım gibi, Arthur’un arkadaşları da çekmedi beni. Espriyle samimiyetin birbirine geçtiği İtalyan diyaloglarını severim herkes gibi, ancak bu filmdeki hiçbir karakter filmi izleme şevki uyandırmadı içimde. En azından filmin bir derdinin olduğunu ve sonunun bir döngüyü tamamladığını söylemek mümkün, bu açıdan eli yüzü düzgün bir yapım çıkıyor ortaya.