16.09.2016’da Business HT’de yayınlanan yazım…
Uzun ve sıcak İspanya yazlarından biri Madrid’de… Ağustos ayının bitmeyen tatilinin neme bağlı yapışkanlığını daha üzerinden yeni atmak üzere olan başkente sadece sonbaharın yaprakları gelmiş, henüz yenilenmenin habercisi olan eylül ayının serinletici tazeliği ufukta yok.
Olanca gücüyle şiddetini yıllarca hissettiren ekonomik krize rağmen neşesini asla yitirmeyen İspanyollara yılgınlık hakim. Yanlış olmasın, her zamanki gibi şehrin bilumum cafesi ve restoranına doluşmaya devam ediyorlar, ancak dillerinde uzun zamandır hiç olmadığı kadar çok iç savaş var.
İspanya’ya ayak basmamın ikinci günü 11 Eylül’e denk geliyordu. İkiz Kuleler’in yıkılışının 15’inci yıldönümü olması sebebiyle dünya tarihinin çarpıcı bir dönüm noktası olan 11 Eylül, aynı zamanda 1973 yılında General Augusto Pinochet‘nin Şili’de gerçekleştirdiği askeri darbenin de unutulmayan izlerinin sembolü.
Ertesi gün ise takvimler Türkiye’nin en kanlı canlı yaralarından biri olan 1980 darbesinin yıldönümü olan 12 Eylül’i gösteriyordu. Tarihler tarihlere tesadüf eder, farklı coğrafyaların siyasi ve ekonomik yaşanmışlıkları arasında esen rüzgarlar zaman ile mekan ayrımını ortadan kaldırarak paralellikler kurarken, İspanya son zamanlarda hiç olmadığı kadar yüzünü en karanlık günlerine dönüyordu.
Bir sol ve sağ savaşı olarak anılan ve 1936 yılında başlayan iç savaş sırasında başkent Madrid’in bombalanması gibi görüntüler şiddetli bir şekilde hafızalara kazınmış durumda. İki yıl süren savaşın sonunda ise General Franco’nun yönettiği 40 yıllık bir diktatörlük hüküm sürdü.
KAPİTALİZM DİKTATÖRLÜKTE İŞLEDİ
Kral Juan Carlos Üniversitesi’nden yazar Manuel Alvarez Tardio, İspanya’da diktatörlüğün sona erişinin ve demokrasiye geçiş sürecinin Avrupa’daki ya da dünyadaki diğer diktatörlüklerden farklı olduğunu vurguluyor. Tardio’ya göre İspanya’da diktatörlük sırasında kapitalizmin işleyen bir şekilde uygulamaya konulması ekonomik açıdan güçlü bir orta sınıfın doğmasını sağladı. Bu yüzden İspanya’da diktatörlüğün sona ermesine ilişkin yüksek ekonomik beklentiler hiçbir zaman oluşmadı.
Radikal ve devrimsel bir değişim istemeyen İspanya orta sınıfı, diktatörlükten sonra bir güç boşluğunun oluşmamasını talep ediyordu. Diktatörün tamamen devleti temsil etmemesi, Franco’nun ölümünün ardından devletin gücünü kaybetmemesine ve geçişin barışçıl olmasına yol açtı. Tardio’ya göre diktatörlüğün yıkılmasının ardından muhafazakar bir yapıya bürünen bu orta sınıf, iç savaşın tekrar doğmasından ve güç boşluğundan korkuyor. Bu yüzden İspanya siyasetinde 1930’lardaki faşizm ve komünizm arasındaki uçurumu kapatması açısından ‘merkez’ büyük önem taşıyor.
Franco’nun ölümünden 18 ay sonra Kral Juan Carlos’un önderliğinde düzenlenen demokratik seçimler itibariyle gücün bölündüğü ve kuralların herkese işlediği bir parlamento İspanya’da ön plana çıkıyor. Demokrasi tarihi sırasında ise ülke yönetimi merkez sağı temsil eden Halk Partisi ve merkez soldan İspanya Sosyalist İşçi Partisi arasında gidip geliyor, ta ki Aralık 2015’te düzenlenen seçimlere kadar…
2008 finans kriziyle doğan sokak hareketlerinden beslenen radikal sol Podemos ve liberal Ciudadanos partileri, İspanya’daki güç paylaşımını sarsmış durumda. Halk Partisi seçimlerden birinci parti olarak çıksa da iktidara gelecek yeterli sandalye sayısına ulaşamıyor. Parlamentonun küçük partiler dışında dört büyük partiye bölünmüş olması, hükümetin bir türlü kurulamamasına yol açıyor. Bu tablo haziran ayında düzenlenen seçimlerden sonra da değişmedi, Halk Partisi’nin azınlık hükümetini kurmak için yeterli oy alamamasının ardından aralık ayında üçüncü seçimler düzenlenebilir.
Bu da İspanya demokrasi tarihinde diktatörlükten bu yana ilk defa bir hükümetin kurulamadığı en uzun döneme işaret ediyor. İktidardaki Halk Partisi ise bu yeni siyasi görünüme karşı bir söylem üretemiyor. Her ne kadar Podemos ve Ciudadanos’un halkın beklentilerini, öfkesini ve hayal kırıklığını kanalize etmesinden endişe etseler de bu çiçeği burnunda partilerin karşılarında güçlü bir konum edinecek şekilde yerleşemiyorlar.
VENEZUELA VE YUNANİSTAN ÖRNEKLERİ
İspanya’dayken, Halk Partisi’nin eski lideri ve ülkenin eski başbakanı Jose Maria Aznar’dan partinin yükselen yıldızı 35 yaşındaki milletvekili Pablo Casado’ya kadar birçok yetkilisiyle bir araya gelme şansı buldum. Özellikle Podemos’un ekonomik krizin ardından başarısız ilan edilen merkez siyasete karşı bir halk hareketi olarak yükselmesinden çekindikleri çok açık. Ancak Podemos’un gençleri mobilize eden, rüşvet, yolsuzluk, merkezi güce karşı geliştirdiği, yatay ve demokratik bir yönetim talep eden söyleminin karşısında yeni bir argüman geliştiremiyorlar.
“Bekle ve gör” politikası uygulayarak Podemos’un yönettiği Madrid ve Barcelona belediyelerinin başarısız olmasını umuyorlar. Podemos üyelerinin deneyimsiz olmasına vurgu yaparak Halk Partisi’nin yıllardır ülkeyi yönettiğini ve halkın ne istediğini bildiklerini aktarıyorlar. Özellikle Podemos’un Yunanistan’da Syriza ile yakın ilişkilerini, Venezuela ile ideolojik bağlantılarını ön plana çıkararak bu ülkelerin ne kadar kötü bir durumda olduğuna dikkati çekiyor ve Podemos’un da İspanya’yı karanlığa sürükleyeceğini iddia ediyorlar.
Halk Partisi’nin elini en çok İspanya’nın iyileşen ekonomisine dair söyledikleri güçlendiriyor. Açıklanan son rakamlara göre son 15 aydır İspanya yıllık yüzde 3’ün üzerinde bir büyüme kaydediyor, bu verinin Avrupa’nın en iyilerinden biri olmasıyla gurur duyuluyor. İşsizlik ise 2013’te yüzde 26’nın üzerine çıktıktan sonra son zamanlarda yüzde 20’nin altına indi. 2016’nın ikinci yarısında ülke ekonomisi euro bölgesi yüzde 0.3 büyürken yüzde 0.8’lik bir büyüme kaydetti. İhracatta artış yüzde 4.3’ü buldu, önceki yıla göre 484 bin tam zamanlı iş yaratıldı.
Halk Partisi, işte bu ekonomik verileri kullanarak Podemos’a karşı söylemini geliştiriyor. Podemos’un ülkeyi iç savaşın karanlık yıllarına götüreceğini, İspanyolların pek çekindiği otorite boşluğunun ortaya çıkmasına yol açacağını ve Venezuela’daki gibi ekonomik açıdan çökmüş bir ülkeyi yaratacağını iddia ediyor. Bütün yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarına rağmen bugüne kadar İspanya için yaptıklarını örnek gösteren Halk Partisi, iç savaş metaforunu kullanarak yükselen yeni halk hareketlerine karşı İspanya’ya uyarıda bulunuyor.
GENÇLER SANDIĞA GİDER Mİ?
Madrid’in en canlı ve hareketli mahallelerinden biri olan La Latina’nın güneşli bir meydanında Angel ile sohbet ediyoruz. 30 yaşında genç bir doktor olan Angel, bütün siyasetçilerden sıkılmış durumda. Ülkenin El Pais gibi solcu gazetelerinin bile Sosyalistlerin lideri olan Pedro Sanchez’e karşı bir tutum takınarak koalisyon kurulamamasından ötürü sol kesimi suçladığını aktarıyor.
Angel’e göre iç savaş sırasında şiddetli bir çatışma içinde olan sol ve sağ arasında müzakere süreci mümkün olmadığı için koalisyon kurulamayacak. Arkadaşlarının sadece artık bir hükümet kurulması için bile Halk Partisi’ne destek vermeyi düşündüğünü söyleyen Angel, Noel tatili sırasında düzenlenecek aralık seçimlerine sadece daha muhafazakar olan yaşlı seçmenlerin gideceğini, gençlerin bir daha sandığa gitmeyecek kadar bunaldığını anlatıyor.
Finans krizinin ağır sonuçlarına karşı isyan etmek için 2011’de sokaklara dökülen İspanyollar, yıllardır yeni bir siyaset için talepte bulunuyor. Bütün bu süre içinde kralları daha fazla yolsuzluk suçlamalarına dayanamadığı için yerini oğluna bıraktı, prensesleri benzer suçlamalardan ötürü unvanını terk etti, iktidardaki siyasetçileri ise rüşvet almadıklarını kanıtlamak için çok defa mahkemenin yolunu tuttu.
Bütün bu öfkeyi arkasına alarak büyüyen yeni siyasi hareketler ise geleneksel sistemin tükenmişlikleri arasında toplum için yeni bir şeyler yaratmak adına fırsat bulamıyor. O yüzden İspanyollar yıllardır kendilerini sömürdüklerini düşündükleri eski siyasi sisteme hayal kırıklığı, bıkkınlık ve öfke içinde tekrar ‘evet’ demek durumunda kalıyor. İç savaşın yaralarını hala hisseden ve tekrar aynı karanlık yola girmek istemeyen bir toplum, eleştirdiği ancak yakından tanıdığı bir siyasi hareketi istemeye istemeye kabullenecek gibi gözüküyor.