Gladyatör 2: İlk filmin izinden gidebildi mi?

UYARI: SPOILER İÇERİR.

Gladyatör’ü izlediğimde 13 yaşımdaydım. Sinemanın büyüsüne kapılmıştım çoktan. 3-4 yıldır odamın duvarlarını Galatasaray posterlerinin yanı sıra sinema afişleri kaplıyordu.

O dönem, artık ekonomik koşulları siz hesaplayın, yakın arkadaşım Ceren’le neredeyse her hafta sonu sinemada birkaç filme gidip vizyondaki tüm filmleri izlemiş olurduk. Gladyatör’ü ise izler izlemez çarpıldım. Büyülendim. Sinema aşkım daha azap verir bir hale büründü.

Öyle ki afişine sahip olmayı acayip istiyordum. Ceren’le bizim mahallede dolaşırken bir DVD dükkanının önünden geçiyorduk ve camında Gladyatör’ün posteri vardı. Benim de ağzımın suyu akıyordu tabii her görüşümde. Ceren de bu azabıma daha fazla dayanamadı ve dükkana girip posteri benim için istedi. Ben korkaklığımdan dükkanın önünden kaybolmuştum bile bu sırada. Ceren benim için elinde afişle çıktığında gözlerimin ışıldadığını ve boynuna atladığımı hatırlıyorum. Gerçi bu kısım Ceren’in hafızasında benimkinden daha gerçeğe yakın bir şekliye yer alıyordur.

Gladyatör’ün kişisel tarihimde böyle bir yeri var. O yüzden ikincisi geldiğinde, ilkiyle kıyaslamaya kalkmayı hiç düşünmedim bile. İlkinin çocukluğumdaki o sağlam yeriyle bol ölçüşemeyeceğini biliyordum. Beklentimi düşük tutmama rağmen bu filme yönelik görüşlerim daha farklı bir yerden şekillendi.

Öncelikle neden halen Gladyatör’ün beyaz perdenin en destansı, en epik hikayelerinden bir olduğunu düşündüğümle başlayayım.

Maximus ve Commudus karakterlerinin temsil ettiği değerler

İlk filmde Roma’nın en büyük generali Maximus’un öldürülen ailesinin intikamını alma hikayesini izledik. Maximus zaten saygı duyulan bir generaldi. Ancak buna rağmen gladyatör olarak ikinci hayatında arenaya çıkmadan önce ve arenaya çıktıktan sonra diğer dövüşçülerin saygısını kazanması için kendisini kanıtlaması gerekti.

Savaş alanında tecrübesi zaten çok taze olduğu için komutanlık hünerlerini göstermesi o kadar da zor olmadı.

Russell Crowe’un Maximus karakterinin bir kahraman olarak parlamasının yanı sıra, Joaquin Phoenix’in Comodus’u da bir anti kahraman olarak ışıldıyordu.

Babası tarafından hiçbir zaman sevilmemiş ve takdirini kazanamamış bir oğul olarak, kırılganlığını çevreleyen acımasızlığı kendisini inanılmaz başarılı bir kötü karakter haline dönüştürüyordu.

Evet acımasızdı, evet kimse tarafından sevilmiyordu, ancak kendisinden inanılmaz bir şekilde korkuluyordu. Zaten tahtın üzerindeki hakimiyetini, gücünün kaynağını sevgiden alamayacağını fark edince korkuya yöneldi.

Babasını öldürmüş, babasının oğlu gibi sevdiği ve tahta geçmesini teklif ettiği Maximus’un ve ailesinin öldürülmesi emrini vermişti.

O yüzden kimse gücünü sorgulamaya kalkmıyordu.

Commodus’un karşısında konumlanan Maximus ise tam tersine, sevmenin ve sevilmenin ne olduğunu bilen bir adamdı.

Maximus hem Commodus’un babası ve tutkuyla bağlı olduğu kız kardeşi tarafından çok seviliyordu, hem de uğruna intikam almayı göze aldığı bir ailesi vardı.

Her ne kadar Maximus’un hikayesi Roma’nın değerleri için canını ortaya koyan bir general olarak kurgulansa da, aslında korkunun karşısında sevgiyi, gücün karşısına onuru temsil ediyordu.

Hanno’nun öfkesinin ve gücünün kaynağı

Gladyatör II’ye bakarsak, baş kahramanımızın öfkesini nereden aldığını anlamak o kadar kolay değil.

Hem baş kahramanımız Hanno’nun hem de düşmanlarının temsil ettikleri değerleri kavramak biraz güç.

Hanno, ilk başta eşini öldüren Roma ordusu komutanı General Acacius’u düşman olarak belliyor, ancak neticede Acacius sadece bir emir kulu. Acacius’un temsil ettiği değer Roma’nın yakıp yıkıcılığı olabilir, ancak burada da Acacius’un karar verici olarak pek bir etkisi yok açıkçası.

Zaten dövüşürken Hanno, Acacius’un onurlu bir Roma askeri olduğuna kanaat getiriyor ve Acacius’u öldürmekten vazgeçiyor.

Bu arada sevgili Pedro Pascal’ın her yapımındaki dövüş sahnesinde aynı kaderi yaşaması yüreğimi acıtıyor gerçekten. 

Sevgili Hanno’ya dönersek bir ara öfkesinin asıl kaynağının kendisini uzaklara gönderen annesi olduğunu görüyoruz. Ancak daha sonra annesiyle de barışını sağlıyor.

Hanno’nun annesine kini ve geçmişine duyduğu öfkenin nasıl şefkate dönüştüğü büyük bir muamma.

Bu arada Roma’ya karşı nefret ettiği bütün değerlerin müsebbibi kardeş imparatorları düşmanları haline getirmiyor hiçbir noktada.

Hikayesinin sonlarına doğru ise düşmanı, en başta destekçisi olan Macrinus’a dönüşüyor. Ancak lüften Macrinus’un Roma’yı yönetme motivasyonunu anlayan biri varsa bana da açıklasın.

Hanno, en başta öfkesinin kökenini, aşkından, sevgisinden alıyor. Ancak öldürülen eşiyle nasıl sevgi dolu bir ilişkileri olduğuna dair elimizde bir done yok.

Evet, Maximus’un da ailesiyle ilişkisini, karısını ve çoğunu tanıma fırsatımız olmadı hiç. Ancak en başından beri ailesine tekrar kavuşmak için savaştığını, Maximus’un ailesine olan duygularını biliyoruz.

Şimdi de Maximus’un gayrimeşru evladı Lucius’a dönüşen Hanno’nun gücünün kaynağına bakalım.

Vakti zamanında hayranlık duyarak izlediği, sonra da babası olduğunu öğrendiği Maximus’un kahramanlığından ilham almaya başlıyor filmin bir noktasında, ama hangi ara babasının mirasını üstlenmeye fırsatı oldu, bu çok açık değil.

Bu duruma getirebileceğimiz tek açıklama DNA ve genler olabilir açıkçası.

En sonunda da bir anda dedesinin demokratik, eşit, halkçı Roma hayalini benimsemeye karar veriyor, ancak Roma’ya döndüğünde imparatorluğun yaradılış mitolojisine bile küfretmemiş miydi?

Roma’nın eşit ve demokratik bir imparatorluk haline dönüşmesi hayalinin önündeki tek engel ise Macrinus olarak çıkıyor karşımıza.

Halbuki Macrinus bir gecede köle alıp satmaktan Roma’nın en güçlü personası haline dönüşüyor. Bir idealin karşısında bu kadar güçlü durabilecek bir karaktere bürünmesindeki hız baş döndürücü cidden.

Zaten eğer Roma’nın eşitliğe dayalı bir imparatorluk olmasıysa filmin bütün derdi, o zaman asıl hükümdar olması gereken kişi bir Roma prensi yerine Macrinus olmaz mıydı?

Filmin en zayıf halkası

Macrinus, aladalaverenin, siyasi oyunların hakim olduğu koskoca Roma İmparatorluğu’nda nasıl bir anda tek başına büyük bir planın kurucusu oluyor, senatörleri kandırıyor, Marcus Aurelius’un kızını tuzağa düşürüyor, iki imparatoru birbirine düşürüyor, birini diğerine öldürtüyor, Senato’yu hakimiyeti altına alıyor, Roma’nın neredeyse hükümdarı haline geliyor, anlamak çok güç

Game of Thrones’ta Joffrey de salaktı malaktı ama çocuğu hakimiyeti altına almak için binbir kişi tarafından binbir tuzak ve entrika planlanıyordu. Adam ne de olsa hükümdardı ve o kadar da kolay değildi gücünü ve egosunu kırıp yönetmek…

Macrinus hayatlarına girene kadar koskoca Roma’nın imparatorları Geta ve ​​Caracalla’nın bir akıl hocası, güvenilir bir muhafızı falan yok muydu yahu.

Bir de bir gladyatörün Kolezyum’da isyan etmesiyle yine kendimi tekrar edeceğim ama koskoca Roma İmparatorluğu’nun tebaası nasıl bir gecede isyana kalkıştı, benim aklım bunu da almıyor.

Maximus’un saygı duyulan bir general olmasına rağmen halkın isyana kalkışmasına yol açacak kadar büyük bir güce ulaşması zordu.

İşte tam da burada filmin en zayıf halkasına geliyoruz: Hanno’nun nasıl sadece birkaç dövüşle Lucius Verus Aurelius’a dönüştüğü ve insanları kendisine hayran bırakabildiği büyük bir boşluk.

Çünkü ilk filmde Maximus, bir komutandan bir gladyatöre dönüşmüştü. Yani aslında çok daha saygın ve kuvvetli bir pozisyondan, seviyesini alçaltan, hakaretamiz bir pozisyona geçti.

Ancak bu geçişi gerçekleştirirken gladyatör müessesine de saygı ve onur yükledi. O yüzden aslında kendisini alçaltmadı da alçak addedilen bir pozisyonu saygın hale getirdi.

Ancak Roma’nın varisi olmak ve bir imparatorluğun prensine dönüşmek, iyi birkaç dövüş ortaya sermekten, Kolezyum’daki kanın gövdeyi götürdüğü şovlara liderlik etmekten çok daha büyük bir kahramanlık ortaya koymayı gerektirir.

Maximus’un geçmişi, bu kahramanlıklar ve saygınlıklarla doluydu. Bunu sadece daha küçük bir alanda tekrar etmesi ve hatırlatması gerekti.

İşte bu eksiklikler ve boşluklar yüzünden Gladiator II ilkinin sadece gölgesi olabildi.

Filmin en iyi alıntıları bile ilk filmdendi.

Kalbimi en çok hoplatan sahneleri de ilk filme yapılan göndermelerdi.

İlk film müziğiyle, hikayesiyle, ortaya koyduğu değerlerle epik bir destan olabildi.

Gladyatör II Ridley Scott’ın 24 yıllık hayaliydi.

İlk filmde Maximus’u öldürdüğü için bunu nasıl yapacağını bulmakta zorlandı. Hatta Nick Cave’in senaryosunu yazdığı ve Maximus’un zaman yolculuğu yaptığı fantastik bir senaryo bile değerlendirildi.

Tabii ki şunu kabul etmem lazım, Antik Roma’ya geri gitmek bile tek başına çok güzel, oyunculuklar da şahane.

Sinema, Ridley Scott’a sadece 24 yıllık hayalini gerçekleştirmesine alan tanıdığı için bile harika bir sanat.

Ancak bu film, 13 yaşındaki başka kız çocuklarına sinemayla ilgili hayaller kurdurur mu, ondan emin değilim.