20.06.2013’de Milliyet’te yayınlanan röportajımın tamamı…
İspanya’daki “geleceği olmayan gençlerin” düzenlediği işgaller ve eylemler, İstanbul’dan başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan Gezi Parkı eylemleri, Yunanistan’da ekonomik krize paralel yapılan gösteriler ve devlet televizyonu ERT’nin işgali, şimdi de Brezilya… Son yıllarda dünyanın dört bir yanında gençler seslerini sokaklarda haykırıyor. Bu eylemler arasındaki paralelliği Londra Üniversitesi‘ne bağlı Birkbeck Beşeri Bilimler Enstitüsü‘nün direktörü olan Costas Douzinas‘a sorduk. Bilgi Üniversitesi‘nin konuğu olarak İstanbul’a gelen Yunan akademisyen, Ege’nin iki yakasındaki gösterileri değerlendirdi.
Gezi Parkı eylemlerini dünyanın yakın direniş tarihinde nereye konumlandırırsınız?
Çok önemli. Birincisi son 10 yıl içinde bazı direnişlerin sürekli tekrar edilmeye başlanmasıyla bütün dünya yeni bir döneme girdi. Merkezi bir yeri işgal etme fikri ki önce Tahrir Meydanı’nda, ardından Madrid’deki Puerta del Sol’da, Atina’dan dünyanın her yerinde, New York, Londra… Ve şimdi de Taksim’de ve yine Atina’da! Bunu “olumlu yayılma” olarak adlandırabiliriz. Pazar gecesi, İstanbul’a Londra’dan gelmeden Atina’ya uğradığımda devlet televizyonu ERT’deki işgali ziyaret ettim. İnanılmaz bir durumdu! Radyo ve televizyonda çalışan gazeteciler hiç durmadan şimdiye kadar hiç olmadıkları kadar özgür hissettiklerini söylüyorlardı. Yöneticilerin parti politikası baskısı olmadan ilk defa istediklerini söylüyorlardı. İstanbul’a gelip iki direniş arasındaki muhtemel benzerlikleri görmek çok heyecan verici.
Yunanistan’da gençlerin yıllardır düzenlediği gösteri ve işgal hareketlerine bakarsak, Ege’nin iki yakasındaki benzerlikler neler?
Yunanistan, Türkiye ve dünyanın diğer yerlerinde bu hareketler genelde kendiliğinden başladı. İnsanlara dışarı çıkmaları ya bazı yerleri işgal etmeleri için bir çağrıda bulunulmadı. İkinci olarak ortak bir ideolojileri yoktu. Herhangi bir siyasi parti bu oluşumlara dahil olmadı. Üçüncü olarak liderleri ya da işgal hareketindeki demokrasiye zarar verecek merkezi konumda bulunan bir kişilik yoktu. Bu son altı yılda gördüğümüz ve yeni diyebileceğimiz ortak protesto özellikleri tabii ki sosyal medya ve internet tarafından hızlandırıldı. Avrupa’da gördüğümüz ekonomik kriz, özellikle de Yunanistan ve İspanya’da yüzde 60-65’i bulan genç işsizlik oranı, bir paradoks da yarattı. Çünkü bu gençlere 20-25 yıl önce eğer iyi bir üniversiteye giderlerse ve yüksek lisans derecesi elde ederlerse iş bulabilecekleri söylendi. Ancak 40 yaş altındaki, çoğu ikinci derecelerini tamamlamış bireylerin yüzde 60’ının işinin olmaması çok özgün bir durum yarattı. İşsiz olan yaklaşık bin kadar mühendis, mimar ve akademisyen, işi olmayan bin vasıfsız işçiden daha tehlikeli. Taksim dahil olmak üzere bütün bu protestolarda olan ortak özellik, bu gençlerin hepsinin iyi eğitimli, dünyada neler olduğunu biliyor olması. Çeşitli sebeplerden ötürü bu gençler iyi bir gelecekleri olduğunu düşünmüyor, bu da onları bir araya getiriyor. Bu umut verici bir şey.
ERT televizyonunun işgali sırasında Türkiye’ye destek pankartları da vardı. Bu uluslararası dayanışma için ne düşünüyorsunuz?
Pazar akşamı Atina’da düzenlenen bir konser Taksim göstericilerine adanmıştı. Göçmenlere ve işsizlere bedava hizmet veren bir sosyal sağlık merkezi doktorları buradaki doktor ve hemşirelere destek için özel bir mesaj okudu. Bütün bu direnişler arasında ortak özellikler olsa da direniş her zaman için belirli bir sosyal tarihsel bağlamdan doğarlar. Bu açıdan Londra, İstanbul ve Atina’da olanlar farklı da olacaktır. Bu yüzden talepler ve beklentiler de farklı olacaktır. Mesela Yunanistan’da işsizlik önemli bir unsurdu.
Bu hareketlerin demokrasiye katkısı nasıl olacaktır?
Öncelikli olarak bu hareketler demokrasinin kendisi. Liberal demokratik sistemdeki eksiklikler yüzünden ortaya çıkıyorlar. Bu sistem demokrasiyi birkaç yılda bir gidip oy vermeyle sınırlıyor. Oy verdikten sonra eve gidiyorsunuz ve kalanını sizin için hükümet yapıyor. Bu durum ABD ve Avrupa’da insanlarda ilgisizlik yarattı. Seçimlere katılım sürekli düşüyor, ABD’de yüzde 50’nin altında. İşgal hareketleriyle demokraside yaratılan bu boşluk dolduruluyor. Ancak siyasi sistem göz ardı edilmemeli, bu rahatsızlığı temsil edecek siyasi partilere de mutlaka ihtiyaç var. Bir diğer yol da yerel yönetimlerin ve insanların yerel yönetimlere katılımının güçlendirilmesi.
Bir insan hakları uzmanı olarak polis şiddeti ve avukatların gözaltına alınmasıyla ilgili ne dersiniz?
Türkiye bu konuda tek başına değil. Özellikle 11 Eylül’den sonra, Batı dünyasında devlet baskısında bir artış var. Terörizmle ilgisi olmayan aktiviteler öyle adlandırılmaya başlandı. Geçen hafta Prism programı sayesinde Amerikan istihbaratının bütün sosyal medya ve internette olan bitene erişebildiğini öğrendik. Bir yandan gözetim artarken diğer yandan antiterör yasalarıyla yükselen polis şiddeti var. Birçok teorisyene göre kalıcı olarak olağanüstü hal içinde yaşamaya başladık. Olağanüstü hal için anayasa hükümetlere, sıra dışı olaylar için acil kararlar almalarını sağlar, deprem gibi kaos durumlarında olduğu gibi. Böyle olaylar için kullanılan özel yasamalar, parlamentoların gerekli işlemleri yürürlüğe konmadan artık her zaman uygulanıyor. Gençlerin savaştığı insan hakları ve özgürlük çoğu yerde çiğneniyor.
Hükümetin eylemcileri terörist olarak tanımlamasına ne diyorsunuz?
Eğer hükümet İstanbul’un protesto yapan gençlerine terörist diyorsa bir kere bu çok saçma bir cevap. Aynı zamanda da toplum içinde öğrendikleri değerlerin korunması talebini ileten insanların tehdit olduğunu söylemek tehlikeli. Söz verilenleri almak için, insan hakları ve özgürlük için savaşan insanlara terörist demek sosyal değerlerin altını oymaktır ve yapılmamalıdır. Bence bu gençler geleceğin umudu. Hayal güçleri, bilgisi ve yetenekli olan bu insanları şeytanlaştırmak yerine siyasi sistemin içine sokmak gerekir. Her yerde gördüğümüz bu korku politikaları, liderlerin yitirdikleri meşruiyetin yerine insanların korkularını koymayı hedefliyor. Onları böyle kontrol etmeyi istiyor ama demokratik bir devlet bu demek değildir.