Cuma akşamından önce ne yapıyordum, bilmiyorum. Arkadaşlarımla neler konuşuyordum, günlük rutinim nasıldı, işten çıkınca nereye gidiyordum, hatırlamıyorum. Kim bilir hangi dizileri takip ediyor, neler okuyor, ne dinliyordum. Yakın geçmişime dair en net hatırladığım şey, cuma günü 19:00’da Divan Oteli önünde düzenlenmesi planlanan basın toplantısına doğru yüzlerce kişiyle yürüyüşe geçtiğim an.
Sonrası ise koca bir beyaz bulut. Maruz kaldığım ilk biber gazı, yüzlerce kişi Maçka’ya doğru kaçışımız. Kimin nerede toplandığını öğrenmek için yapılan telefon görüşmeleri, nerede gaz bombası patlıyor, nerede olay olduğunu öğrenmek için sosyal medyadan sürekli yapılan takipler, yüzlere katılan yüzlerce insan, sonra binler, binler…
Bu kadar insanı sokakta görmenin, dayanışırken, birbirine yardım ederken görmenin, hayatımın dönüm noktalarından biri olduğu kesin. Gümüşsuyu’ndaydık. Savaş yeriydi şehir ve savaşın tam tersi talepleri olan onca insan, o kadar güzel bir amaç, o kadar saf bir talep için kol kanat germişti birbirine. Gözleri doluyordu insanın. Hem gazdan hem mutluluktan… Ne demişti bir Yunan arkadaşım bana, “Gaz yaşları, mutluluk gözyaşlarıdır.”
Birbirine yardım ediyordu herkes, düşerken, canı yanarken, gözleri yaşarırken. 70 yaşından büyük bir amca, kalbi sıkışıp da yere düşünce toplanıp ikna etmeye çalıştık onu geri dönmesi için. “Olmaz gençler” dedi, “bırakamam sizi.” Allem ettik kalem ettik, ikna ettik amcayı ve alkışlarla uğurladık.
Gazdan yorulmuş kaldırımda otururken yanımızdaki amca sordu: “Bir gelişme var mı? Bir şey diyorlar mı?” Umutla soruyordu, hani aklıselim bir açıklama bekliyordu olanlar için. “Yok” dedik. “Yazık” dedi, “80’lerde bize yaptılar, şimdi de size…”
Her gün birbirinin yanından farkında olmaksızın geçen, metroya binerken itişip kakışan bu şehrin o insanları, şimdi gazdan kaçarken yardım ediyordu birbirine. “Vurdumduymaz oldu bu kocaman şehir” derken, birinin gözü yaşardığında elinde solüsyonlarla koşmaya başladı insanlar. Sokağa dökülenlerin hiçbiri, bir diğerinin gözünün yaşlanmasına bile dayanamadı, o yüzden öfkelendi polise.
Cuma gecesi kocaman bir savaş alanına dönmüşken şehir, gazdan kaçarken ya da sevdiklerinin hangi sokakta olduğunu merak ederken, kimimizin aklına o anı tarihe bağlayan olaylar geliyordu. Bazılarımızın annesi, babası, ablası, amcası, 1980’lerde yürütmüştü bu mücadeleyi. Onları hatırlıyorduk, çünkü sadece bir masaldı o zaman yaşananlar çoğumuz için.
Kimimiz Kürttü, kendi topraklarını, kendi direnişini hatırlıyordu büyük ihtimalle. Aramızda Rum vardıysa, aile büyüklerinin çok da yıllar yıllar olmasa da, yıllar önce yaşadıkları gelmiş olmalıydı aklına. İstanbul’da yaşayan yabancı uyruklu vatandaşlar ise, kendi topraklarından aldıkları mücadele deneyimiyle yaşadıkları şehir için saf tutmuşlardı.
Aklımızda, hislerimizde, genlerimizde, bir yerlerde kodluydu bu geçmiş mücadeleler. Ama o an yaşadığımız, hepsinden ama hepsinden farklıydı. Hepsinden başkaydı. İnsanlar ilk defa şehrini yaşıyor, ilk defa şehrine sahip çıkıyor, ilk defa her bir santimetrekaresi benimdir, bırakmam diyordu! Demek ki binleri bir araya getirmesi için, ağaç gibi, toprak gibi, doğa gibi güzelden de güzel bir sebep gerekiyordu.
“Hoşgeldiniz!”
Genç sayılır bizim cumhuriyet, ama yaşına göre çok fazla hazin ve iç karartıcı hikaye dolu. Cumhuriyet tarihi boyunca bu topraklarda acı çeken insanları, kaybolanları, işkence görenleri, dini ya da etnik kimliği yüzünden dışlananları doğru düzgün konuşmadık, konuşamadık biz. Yüzleşemedik hatalarımızla, cuntamızla, yok yere hapse düşenlerimizle, sürülenlerimizle… Ama çok da uzağa gitmezsek, yaşanan en büyük iki acı Uludere ve Reyhanlı oldu.
Yürekleri dağlayan bu iki olayın da sebebi farklıydı, ama tepki aynıydı. Vurdumduymazdık. Kitlesel bir tepki veremiyorduk. Hesap sormuyorduk, talepte bulunmuyorduk. Futbol terörüne kurban giden gence de gereken ehemmiyeti vermiyorduk. Kalpler nasır tutmuştu sanki, hislerimiz felce uğramıştı. “Sesini çıkarmayacak mı bu memleket?” diyorduk, annelerin, babaların çığlıkları destek bulmadan karanlıkta kaybolup gidiyordu.
Meğer ağaç gerekiyormuş çığlık atmamıza… Böylesine güzel bir amaç gerekiyormuş birleşmemize. Sonra büyüdü direniş, tüm ülkenin oldu! Sadece şehir değil, bir ülke uyandı. Kalktı ayağa, belki hiç gitmemiş olsa bile, “Her yer Taksim, her yer direniş!” dedi. İstanbullu’nun sevmediği o soğuk başkent Ankara, başka bir şehirdeki insan ağacını kaybetmesin diye, hiç tanımadığı ve kendisinden kilometrelerce ötede yaşayan bir başkasının canı yanıyor diye, meydanlara doluştu. İzmir, Eskişehir, Adana, Antalya, Bodrum, Antakya…
Ne dedi Slovenyalı filozof Slavoj Zizek Gezi Parkı eylemcileri için: “Özgürlük ve özgürleşmeye değer veren bütün insanlar Türkiye halkına şunu demeli: Hoşgeldiniz! Şimdi hepimiz aynı küresel mücadelenin bir parçasıyız. İspanya, İsveç, Yunanistan, Türkiye… Sadece hep beraber savaşırsak şansımız var!”
Durduk durduk, sonra birden ormanları için mücadele veren Amazon savaşçıları olduk biz. Avrupa’da hükümetlerini protesto etmek için sokaklara çıkan binler olduk. Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da baskıcı rejimlere karşı direnen diğerlerine karıştık. Latin Amerika’da, toplumu derinden etkileyen askeri geçmişleriyle yüzleşen toplumlara benzedik. Yeryüzünün her bir noktasında “insan” adına “doğa” adına mücadele etmiş, bunun için hayatını kaybetmiş, savaşmış, hala savaşan ve direnen milyonlar bize gülümsüyor şimdi…
Direnişin anıtına dönüşen Gezi Parkı
Gerilim dolu günlerin, sevdiklerimiz sağlıklı mı diye öğrenmeden uykuya dalmadığımız gecelerin ardından Gezi Parkı’nda yürüyoruz. Direniş sembolü, anıtı haline gelmiş Gezi. Her yerde farklı talepler, direnişin başka bir yüzü, eylemlerde dile getirilen başka bir dilek… Uludere ve Reyhanlı’da hayatını kaybedenler, parkın ağaçlarına kök salmış, orada devam ediyor yaşamaya. Emekçiler de orada, apolitik gençler de… Bir yana gazdan korunmak için solüsyon dolu şişeler istiflenmiş, diğer yanda da yardıma koşanların getirdiği yemekler var. “Taksim Halkındır” yazılmış mumlarla parkın ortasına. Parkın ayakta kalan cafesinde ise herkes toplanmış, bir Halk TV’den diğer şehirlerde ne olduğunu merakla izliyor, bir Ahmet Hakan’a bağlanıp Gezi Parkı tartışmalarını dinliyor. Bir başka yerde de eylemcilerin diktiği çiçekler var.
Küçücük beş yaşındaki erkek çocuğunun ağzı maskeyle kapalı olsa da, elleri babasının ellerinde, gözlüğünün arkasındaki gözlerinden güldüğü anlaşılıyor. Kim bilir ne heyecandır onun için her akşam parka gelmek, ne olağanüstü bir deneyimdir! Bir başka noktada da tartışma kopmuş gençler arasında. Parkın tuvaletini işleten amca, artık para istiyormuş. Ne yapmalı? Genç kadın bağırıyor, “Kaç gündür para almadı, olmaz. Artık verelim madem. Eylemi amacından saptırmayalım, insanları amcaya karşı galeyana getirmeyelim lütfen!”
Parkın her bir yerinde başka bir sivil oluşum. Sanırsınız ki parkın gittiğiniz herhangi bir köşesinde insanlar size dünyaya dair kendi hayallerini anlatacak. Direnişin labirentlerinden, anıtlarından, sergilerinden, arta kalanlarından ilerliyor, o yüce Meydan’a geliyorsunuz sonra. Cuma gecesi boyunca adım atabilmek için mücadele verdiğiniz meydanda politik oluşumlar daha çok boy gösteriyor. Sanki park vatandaşlara bırakılmış, meydana da politik örgütler toplanmış gibi. Bir ara Kürtler halay çekerken ulusalcılar başka sloganlar atmaya başlıyor, korkuyorum. Ama sonra ortak sloganlara geçiliyor. Gerilmeye gerek yok diyorum, bunu da öğreneceğiz.
Tam bir yerde sloganlar atılır, bir yerde sohbet edilirken, gelen etkili gaz dalgasıyla kaçmak için direnişin kalelerinden biri olan Point Hotel’e doğru yürüyoruz. Önümüzden bir yaralıyı taşıyorlar. Otele giriyoruz ve öğreniyoruz ki eylemlerde Antakya’dan Abdullah Can Cömert hayatını kaybetmiş. Herkesin gözler zaten kırmızı, boğazımıza bir yumru oturuyor. Tesadüfe bak, yanımızda da onun çocukluk arkadaşı. Mahvolmuş çocuk. Gazlar darbe vurmamış kaç gündür, bu yıkmış anlaşılan. Ama yine de arkadaşı için ayakta. Sonra bir başka yaralı geliyor. Astımı varmış. Yere yatırılıyor, biri serumu tutuyor damarına takılan. Bu sefer bir lise öğrencisi. Aklımda Abdullah Can Cömert, bakıyorum ona ve düşünüyorum, “Hayatta hiç kendini bir şeye bu kadar adadı mı acaba?” diye. O kendine gelirken aç olanlar için yemek dağıtılıyor. Sürekli gaz geliyor, gözler şişiyor, birileri fırlıyor, fısfıs sıkıyor, gaz geliyor, öksürüyor insanlar…
En büyük kazanım…
Biz dayanışmayı öğreniyoruz. Binlerin birlik olmasının ne kadar güzel bir duygu olduğunu keşfediyoruz. Yardımlaşmayı hatırlıyoruz, herkesin kafasında kendi devrim ideali olsa da beraber hareket etmeyi öğreniyoruz. Yığınları birleştiren yegane slogan “Hükümet istifa” olsa da, aslında hükümet istifa etmiş, etmemiş çok da bir önemi yok bu saatten sonra… Biz taleplerimizi yöneltmeyi öğrendik, taleplerimiz üzerinden siyaset yapmayı, taleplerimiz için bir araya gelmeyi öğrendik. Kimisinin yegane dileği şehrinin yeşil kalması, diğeri özgürlüklerinin kısıtlanmasından rahatsız, bir başkası Uludere ve Reyhanlı’yı hatırlayıp direniyor, bir diğeri “gerçek demokrasi” hayaline sarılıyor, belki de yanındaki sadece çok sevdiği bir arkadaşının başına bir şey gelmesinden korktuğu için yalnız bırakmamak adına sokağın yolunu tutuyor.
Bu eylemin içinde farklı talepler var diye korkmuyorum ben. Zaten bunun için mücadele etmiyor muyuz? Aynı meydanda o taleplerin dile getirilmesiydi asıl amaç, gerçekleşti o da… Şiddete varmayan kavgalar yaşanacak, tartışmalar olacak, olmalı da… Önemli olan vatandaş olarak, insan olarak taleplerimizi yöneltebilmek. Karşılığında da tek istenilen dinlenebilmek. Direnişin tarihi yüzyıllar kadar eski. Biz de talepte bulunmanın barışçıl yollarını yeniden buluyor, sonra kendi yollarımızı keşfediyoruz. Bir kere sokaklarda amacımız uğruna koşmanın heyecanına vardık ya, bunu bir daha asla kaybetmeyiz. Bu da en büyük kazanım bence. Eylemin içinde bazı noktalarda ufak kırılmalar yaşanmış olsa da, başka coğrafyaların da zamanla uzlaşmanın yeni yollarını keşfettiği gibi, biz de öğreniriz, öğreneceğiz. Bu Türkiye tarihindeki en büyük sivil direniş. Bu Türkiye tarihindeki en yüksek katılımlı, en barışçıl eylem. Bu Türkiye tarihindeki en büyük “demokrasi”, hatta belki de tek “demokrasi” hareketi. Bu kadar yüksek katılımlı bir ilk için fazlasıyla doğru bir şekilde gerçekleşti bu ayağa kalkış. Eminim ki Gezi Parkı dünya tarihinin en etkili barışçıl mücadelelerinin arasına çoktan yazdırdı adını…
