Geçtiğimiz bayram ardından sizden aldığım destek mesajlarının ve telefonlarının benim için ne kadar değerli olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez. Yazdığınız güzelim satırlar ve telefondaki ışıltılı sesleriniz, benim bayramım olmuş, bayram neşesini en içten bir şekilde yaşamamı sağlamıştı. O satırları yazdığım günlerde, ameliyatın ardından dinlenerek 1.5 ay geçirmiş, gazeteye dönmüştüm bile… Doktorlarımın tavsiyesi üzerine normal hayatımın temposuna ayak uydurmaya çalışmak, operasyonun tortularının üstesinden gelmek kalmıştı geriye…
Genç bir yaşta ameliyat olmamın getirdiği avantajla çok hızlı bir şekilde iyileşti beynim, fizyolojik olarak çok çabuk toparladı bedenim… İlk başlarda tek başıma tuvalete gitmem bile bir mutluluk kaynağıyken, günler geçtikçe kendi işlerimi kendim görmeye başlamıştım bile. Ancak bazen ruh, bedenin hızına yetişemeyebiliyor, arkasından koşmak zorunda kalıyor bazen…
Hayatı baştan aşağı sorguladığım ergenlik yıllarımda, yeryüzündeki bütün acıların yükünü omuzlarımda hissettiğim olurdu. Bir daha hiç mutlu olamayacağımı düşündüğüm anlarda, benliğimi bir hüznün kapladığının farkında olan annem yatıştırırdı beni: “Bedenin hızla büyüyor, gelişiyor durmaksızın… Ruhun da bu kalıba ayak uydurmaya çalıştığı için afallıyor ister istemez. Çok normal bu yaşadıkların, hissettiklerin… Göreceksin, ruhunla bedenin aynı ölçüye ulaştığında bu üzüntülerin ve sıkıntıların kalmayacak bile…”
Ameliyattan hemen sonra en derinlerde hissettiğim minnet ve şükran duygularının yerini zaman geçtikçe kaygıların alıyor olmasının sebebi de buydu belki… Diğer yandan, günlük hayatıma döndükçe daha hüzünlü hissediyor olmamın ameliyatla ilgisi bile olmayabilirdi. Son yıllarda çok yorulduğumdan, ancak dinlenmeye fırsat bulduğum için böyle hissediyordum belki de… Ya da son birkaç yıldır en sarsılmaz sandığım değerlerin yerinden oynaması; hayatımın merkezine yerleştirdiğim ve en değer verdiğim varlıkların elimden uçup gitmesiydi gücümü yitirmemin sebebi…
Ne kadar destek olmaya çalışsam da en yakınlarımın uzun süredir ne kadar zor süreçlerden geçtiğini gördüğüm için artık ben de yıkılmıştım belki de… Hayat kaygıları, kariyer telaşları ya da çalıştığım sektörün sorunları derken üzerinde yaşadığım ülke de çok yardımcı olmuyordu bana. Gezi’de yitirdiklerimiz, patlayan yolsuzluk skandalları bir yana, Soma’da yaşanan facianın ardından hayattan artık hiç zevk almadığımı hatırlıyordum. Kendi ülkemde umut kalmadığı gibi, yüzyıllık kedere mahkum Ortadoğu’da süren savaşlar, dünyaya hükmeden çaresizlik içimi kemiriyordu.
Hastane yatağımda içimi kaplayan ‘Her şeyi değiştirebilirim’ duygusu ve nekahet döneminde bütün düşünce tarzımın baştan aşağı değişmesi, dinlenme sürecinin ardından geri döndüğüm ‘eski hayatımda’ bulamıyordu yansımasını. Ben farklıydım, ama diğer her şey aynıydı. Bu muydu ‘karanlık tarafa’ geçmemin sebebi? Belki bunların hepsiydi, belki hepsinin üst üste gelmesi, belki de hiçbiri… Kendime ders çıkardığım ‘mandalina tadında anlardan’ uzaklaşmamın tek sebebi yan etkileri bir sayfayı bulan ilacım bile olabilirdi.
Kabuklar kaşınınca
Ameliyattan sonra dikişlerimin alınmasının ardından kafamda oluşan kabuklar, zaman içinde saçlarımla beraber başlamıştı dökülmeye… Halen kafamda olan kabuklarım da dökülmeye devam ediyor; ancak son zamanlarda hem ağrıyor hem de kaşındığını hissediyorum daha çok. Kaşınınca da “İyileşiyordur” diyor yakınlarım, “Ne iyi işte, iyileşecek demek ki yaraların...” İster istemez hayatın döngüsü de bu; yaralanıyoruz, en çok bu noktada canımız yanıyor, yaralarımız kabuk bağlıyor, kabuklar ara sıra kendini hatırlatıyor, sonra onlar da dökülüyor.
İşte tam da kabuklarım kaşınırken, arkadaşlarımdan biri aklım dağılsın diye komik bir anısını anlatıp güldürüyor beni. İçinizde fırtınaların koptuğu bir sırada ya da iyice umutsuzluğa düşmüşken, gözlerinizin içine bakarak size nasıl davranması gerektiğini kestirmeye çalışan sevdiklerinizi görüyorsunuz. Akşamın en geç saatinde, sesinizdeki kırgınlığı anlayan iki arkadaşınızı bir anda kapınızın önünde buluveriyorsunuz. Ya da bir akşam bir araya geldiğiniz eski iş arkadaşlarınızın gözlerindeki kocaman ışıltıdan, sizi iyi gördükleri için gerçekten sevindiklerini anlıyorsunuz.
Bir şarkıda dediği gibi “sanki dokunulmazdı çocukken ağlamak”; bu yüzden büyüyünce gözlerimize yaşlar dolduğunda ne yapacağımızı bilemez olduk. Halbuki artık güçlü olmalıydık, yıkmamalıydı bizi karşımıza çıkan zorluklar. Ancak unutmuşuz işte, hayat bu, bitmez ki kasırgaları… Önemli olan yıkıp geçen güçlü rüzgarlar da çıksa karşımıza, ayağa kalkmak için çevremizdekilerden destek almak aslında. Sadece üzülmeden ya da kızmadan önce bir daha durup düşünmeli, değer mi bedenimizden alıp götürdüğü yaşam hücrelerine? O yüzden hem sağlığı kazanırken hem de sağlığımız yitmesin diye tekrar hatırlamalı hayatımızdakilerin önemini…
Bayramlar sadece kavuşmanın ve mutluluğun takvimi olmayabilir. Aynı zamanda bayramlarda hatırlıyoruz artık hayatımızda olmayanları, canımızı yakıyor elveda dediklerimiz, kavuşamadıklarımızın hasreti düşüyor yüreklerimize, ayrılığın burukluğu siniyor bayram tebriklerine… Ancak hüznün, yalnızlığın, sitemin ardından patlatıverdiğimiz bir kahkaha ya da kaygıları yok ediveren bir arkadaş ziyareti sarıyor yaraları… Kabuklarımız kaşındığında aklımızı dağıtacak dostlar da varken hele, daha ne olsun! Hem zaten bedenimizde hangi yaranın kabuğu sonsuza dek kalmış ki düşmeden?