11.Şubat.2014’te Milliyet’te yayınlanan yazım…
İran devriminin 35’nci yıldönümünde Türkiye’ye yerleşen üç kuşak İranlıyla konuştuk. Devrimin sonrasında ve Ahmedinecad zamanında gelenler ülkenin geleceğinden daha umutlu. En genç kuşak, baskıdan ötürü umudunu yitirmiş
İran’da bugün 1979 yılında gerçekleşen devrimin 35’nci yıldönümü. Devrimin en önemli dini lideri Ayetullah Humeyni‘nin 1 Şubat 1979‘da 14 yıllık sürgününden dönüşüyle yıllar süren yolculuğunun son virajına giren devrim, nihai zaferini bugün ilan etmişti. Tarihi olarak büyük bir uygarlığın üzerinde yer alan ve bulunduğu coğrafyanın en önemli güçlerinden olan İran, dünyanın da en çok ilgi duyduğu ülkelerden biri. Bu günlerde nükleer müzakereler ve Suriye krizindeki rolü nedeniyle çokça konuşulan İran’ı Türkiye’ye yerleşen üç kuşak İranlıdan dinledik.
İran’ı eski cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad‘ın 2005 yılında seçilmesinden sonra 28 yaşındayken terk eden Said Nasiri, farklı ülkeleri gezdiği uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a yerleşmiş. Fotoğrafçılık yapan ve belgesel çeken Nasiri, İran’dan Türkiye’ye göçenlerin hikayesinin 300 yıl öncesine dayandığını söylüyor. İran’da meşrutiyet kurulmasını isteyen ilk muhalif gazetenin İstanbul’daki Aznavur Pasajı‘nda basıldığını anlatan Nasiri, Humeyni’nin de 1974’te İstanbul üzerinden Edirne’ye geldiğini, hatta bir süre oradaki evinde kaldığını vurguluyor.
Nasiri, İran’ı terk etmesine sebep olarak Ahmedinecad ile beraber baskının artmasını gösteriyor: “En son çektiğim fotoğraflar Ahmedinecad’ın Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na girdiği sıradaydı. Ahmedinecad zamanında, sektörüm olduğu için söyleyebilirim, sinema üzerine iş yapabilen insanlar baskı altında kaldı. Özellikle Ahmedinecad’ın 2009’da ikinci kez seçilmesinden sonra, ciddi bir ayaklanma başladı. Ona benzer bir protestoyu Gezi’de de gördük. Ama İran’da sokaktaki insanın sloganı bile yoktu. Fotoğraflara bakarsanız sukunet içinde ağızlarında yeşil bir çarpı var, sadece eller havada dışarıya çıktılar.”
21 yaşındayken gazeteciliğe başlayan Nasiri, 23 yaşında en iyi genç fotomuhabir ödülünü kazanmış ve çektiği bir belgeselle de ödül almış. Nasiri, eski cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi döneminde de gazetelerin kapandığını, ancak gazetelerin ismini değiştirerek işlerine devam ettiklerini anlatıyor: “Ahmedinecad döneminde herkesi içeri almaya başladılar. Gazeteleri kapattılar, bütçeleri kestiler, kağıt vermediler ve iş imkanı kalmadı. Bir baktım 48 gazeteden 20-25 tanesi bir ay içinde kapanmış.”
Nasiri, Ahmedinecad’ın devrim liderlerini bile harekete geçmeye yönlendirdiğini aktardı: “2009’da cumhurbaşkanı adaylarından olan Hüseyin Musevi, ülkenin Humeyni zamanında çalışan ilk başbakanıydı. Humeyni, ‘benim sağ kolum olduğu için yanımdadır’ demişti. Devrimden sonra oy verdiğimiz anayasayı yazan altı kişiden biridir. Musevi cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılma nedenini, ‘Biz bir anayasaya oy verdik ve sorumluyuz. Anayasa uygulanmıyor’ diyerek anlattı. Ki o günden beri ev hapsinde. Sağ reformist grubundan Mehdi Kerubi de ev hapsinde.”
İnsanların normal hayatını sürdürmek için yurtdışına gitmek zorunda kaldığını söyleyen İranlı fotoğrafçı, özellikle öğrencilere fişleme yapıldığını, en zeki, en başarılı gençlerin gitmek zorunda kaldığını vurguladı. Nasiri, devrimi kavram olarak tasvip etmediğini söylese de İran’daki devrimin kraliyeti devirmek için gerekli olduğuna inanıyor. İranlı belgeselci, ülkenin uyanık ve zeki gençliğine inandığını, o yüzden umudunun olduğunu belirtiyor. Nasiri’ye göre “35 yıldır baskı ve sansür altında çalışan bir gençlik var”, ancak yine de İran yurtdışında sinemadan spora, edebiyattan sanata çok büyük başarılar kazanmış bir ülke.
Bundan sonra İran’da gerçekleşmesi gereken reformlar için doğru yolun devrim ya da ayaklanma olmadığını düşünen Nasiri, uzlaşının önemini vurguluyor. Ruhani’nin çizgisini şimdilik beğendiğini vurgulayan İranlı fotoğrafçıya göre değişim gençlikle gelecek: “Ruhani dil biliyor, dünyayı tanıyor, nükleer meselenin Hatemi döneminden takipçisi. Hatemi’nin sevdiği ve inandığı bir insandır. Terbiyelidir, her şeyden ziyade bir siyaset adamı için edep çok önemlidir. Ahmedinecad o koltuğa yakışmıyordu.
Bizim devrimimiz bence bitmedi. Devrim, fizikselden zihinsel bir şekle geçti. Devrimden memnun olup olmadığımızı görmek için 100’ncü yılını doldurmalı. Devrimin tadını çıkaramadık çünkü birinci ayı itibariyle savaşa girdik, sekiz yıl sürdü. Sonra ülkeyi baştan sona tekrar yaptık. Bu süreci sürekli bir ambargo, darbe ve dış politikayla yaşayamaz hale geldik. Çözüm düşünce ve eğitimdir. Umutluyum, çünkü başka bir çözüm yok.”
“Devrim daha genç,
zamanla oturacak”
İstanbul’a 1984 yılında 26 yaşındayken gelen ressam Ahmet Nejat, kendi deyişiyle “devrim çocuklarından.” İran’da makine mühendisliği okuyan, ancak İstanbul’a geldikten iki ay sonra Mimar Sinan Üniversitesi’ne giren Nejat, Nasiri gibi İran’ın geleceğinden umutlu: “İran’dan ayrılma kararını kolay verdim, çünkü üretmem gerekiyordu. Devrimin başlarıydı, savaş vardı. Devrim zamanında İran’daydım ve devrimci çocuklardan birisiydim. Devrimin olması gerekiyordu. Çünkü 2500 yıllık, onların deyişiyle padişahlığın yıkılması gerekiyordu. Bu konuda hiç rahatsız değilim. Tabii ki her devrimde karışıklık olur. Hiç umutsuzluğa kapılmadım; çünkü devrimler çok kısa sürede iyi sonuca gitmez.”
Yaklaşık 15 senedir resim ve heykellerinde ‘aşk ve hiç’ konuları üzerine çalışan Nejat, Ruhani hakkında da olumlu bir görüşe sahip: “Devrim daha çok genç ve yerine oturacak gibi. Mesela Ruhani’nin yeni bir konuşmasını izledim, bugüne kadar pek öyle bakılmamıştı. Umarım uygular. Sanata daha çok önem verileceğini söylemesi ve sanatın önemli olduğunun farkında olması güzel bir şey. Ruhani’yi çok iyi tanımıyorum ama daha iyi olacak.Daha sorunlar yaşanacaktır ama bu da oturacak.”
“Halk nükleer enerjiyi
umursamıyor, çok yoksul”
Türkiye’ye 2003 yılında 19 yaşındayken gelen Nilüfer, 20’li yaşlarının sonlarında ve yüksek lisans eğitimi alıyor. Halen İran’a gidip geldiği için gerçek adının kullanılmasını istemeyen Nilüfer, kendisinden daha büyük olan Nasiri ve Nejat’ın aksine ülkesinin geleceğinden çok da umutlu değil: “İran’da bir evin içinde, bir de dışındaki hayat vardır; bu ikisi arasında da kocaman bir fark var. Evde bulunan birçok şey, uydu, içki, kaset, CD, genelde devletin yasakladığı ve kaçak olarak elde edilen şeyler.
İnsanlar evlerinde kendi istedikleri dünyayı yaratıyor. Dışarıya çıktıklarında devletin kuralları çerçevesinde hareket etmek zorundalar. Başka bir ülkeye gittiklerinde, ‘Biz oradayken üzerimizde karanlık bir gölge var. Ama burada bir gölge yok’ diye düşünüyorlar.” Nilüfer’e göre bunun tek sebebi başörtüsü değil, bu sadece ufak bir simge: “Aslında ruhumuzu kapatmışlar. Sokakta yürürken hissettiğin o emniyetsizlik ve her an başına bir şey gelebilir düşüncesi… İlişki, karşı cinsle beraber olmak gibi insana dair en doğal şeyleri devlet bastırıyor. Her zaman baskı var.”
Kadın ve erkeklerin ayrı okullarda okumasının “büyük facialara” neden olduğunu vurgulayan Nilüfer, İran’da kız kaçırma, bıçaklama, tecavüz, intihar, şiddet gibi konuların “korkunç boyutlarda” yaşandığını söylüyor: “Benim umudum kalmadı. Belki bir gün, yıllar sonra… Ruhani’nin gelmesi bile bu umudun kalmamasına bir sebep. İran siyasetinde devrim olduğundan beri belirli dönemlerde koyu muhafazakarlardan sonra halkın sesi biraz yükseldiğinde daha ılımlı insanlar başa gelir.
Bir kadına dışarı çıkarken ‘Bu ojeyi sürmemelisin, gözlüğü kafanın üstüne takmamalısın, saçın içeride olmalı, makyaj yapmamalısın’ diye baskı uygulanır. Böyle olunca giyim, ‘İstediğim kitabı okuyamıyorum ya da istediğim filmi indiremiyorum” şikayetinin önüne geçiyor. Ilımlı birisi geldiğinde ojeye karışılmaması gerektiğini söylüyor ve ‘en azından bunu elde ettim’ rehaveti geliyor. Ruhani seçildiğinde insanlar sokaklarda eğlendi, ama bu sahte bir sevinç. Halkı kandırıyorlar.”
Ahmedinecad’ı da ağır bir dille eleştiren Nilüfer, İran’ın nükleer enerjiyle dünyayı kandırdığını, çünkü İran’ın nükleer enerjiyi üretebilecek kapasitesi olmadığını aktarıyor. Nilüfer’e göre ekonomik kriz çok şiddetli boyutlara ulaşmış durumda: “Ambargolar yüzünden insanlar açlıktan ölüyor, ilaç gelemediği için insanlar hastalıktan muzdarip, hayat çok pahalı, maaşlar çok düşük, çok kötü bir kriz var. Eskiden ‘Devletin baskısı var ama en azından ekonomimiz iyi’ diyorduk, çünkü her şey çok ucuzdu. Şimdi hem devletin baskısı var hem de ekonomi göçmüş durumda.”
“Baskı yüzünden
hastalık yüksek”
Nilüfer’e göre teknoloji ve küreselleşme alanında devletle halk arasında sürekli bir mücadele var: “Yalnızca anti-filtre uygulamalarıyla sosyal medyaya girilebiliyor. Devlet sürekli bazı internet sitelerini kapatıyor, bir şekilde bu aşılıyor. Devletle halk arasında bu anlamda sürekli bir savaş var. Sen benim internetimi kapatırsın, ben bir şekilde bunu aşarım, sen çatıdan benim uydu alıcımı sökersin, ben yenisini alırım.
Nilüfer ayrıca yönetimin uyguladığı baskının halkın üzerinde psikolojik rahatsızlıklara yol açtığını ileri sürüyor. Gençlerde ruh hastalığı ve intihar oranlarının yüksek olduğunu, kalp krizi, MS hastalığı ve kanser vakalarının çok sık görüldüğünü vurguluyor. Nilüfer, devletin uydu sinyallerini engellemek için gönderdiği sinyalin tehlikeli olduğunu da iddia etmekte: “Bu sinyal kanserojen ve vücutta büyük tehlikeler yaratıyor; ağrılar yapıyor, geçici hafıza kaybına yol açıyor. Kanser riskini artırıyor. Devlet 70 milyon nüfusluk bir ülkenin sağlığıyla oynuyor.”
Aslında Arap Baharı 2009’da İran’da başladı
2004 yılında Türkiye’ye gelen 27 yaşındaki Peyman Jafari ise son üç senedir İran siyasetiyle ilgilendiği için ülkeye gidemediğini aktardı. 2009‘daki olaylardan sonra tehdit aldığını söylüyerek Ahmedinecad’ın rakibi Musevi ev hapsinden çıkana dek gitmeyi düşünmediğini de ekledi. Jafari, gittiği her yıl bir öncekinden daha ağır depresyona girmiş bir toplum bulduğunu vurguluyor.
Jafari de Nilüfer gibi umutsuz: “Umutluydum, ancak dört yıl önce Musevi ve Kerubi önderliğinde insanların oy haklarını aramalarından sonra bu hükümetin ne kadar acımasız olduğunu ve ne kadar vahşileşebileceğini gördük. Arap Baharı zincirinin kvılcımı İran’da başladı. Ancak uluslararası medya bunu yansıtmadı. Yaşanan toplumsal travmadan sonra geleceğe umutla bakmak neredeyse imkansız. Ruhani için konuşmak çok erken. Bence daha zamanı var ama işi hiç de kolay değil.”